7 - Astrolojinin anarşist manifestosu



Sonuçta yaratıcı hiçliğin (creato ex nihil) aradan yaklaşık 4000 yıl geçtikten sonra hava durumunu tahmin etme bahanesiyle ve kaos teorisi kılığında, müzenin tozlu penceresinden hayatın içine atladığını görmek beni gerçekten mutlu ediyor. 


Geçen haftaki yazımızda, Bernadette Brady’nin “Astrology: A place in chaos” adlı kitabını incelemeye başlamıştık.  Brady, bu gün hüküm süren dini ve bilimsel dünya anlayışında, astrolojinin kendine sağlam bir yer bulamadığını, çünkü Astroloji’nin doğduğu zamanlarda ve yerlerde bambaşka bir dünya anlayışının ve mitlerin hüküm sürdüğünü anlatarak işe başlıyordu.

Bu mitlerde, hiçlikten doğan bir düzen anlatılıyordu. Dolayısıyla, hiçlik, nam-ı-diğer kaos, boş ve karanlık bir yer değildi. Tüm hayatı, olası tüm formları içinde barındıran, rahim benzeri bir yerdi. Bir kez, hiçlikten bir varlık çıktığında, diğerlerinin çıkmasına da yardım ediyor, birden yeni bir düzen zuhur ediyordu. Bu düzen bir süre geliştikten ve büyüdükten sonra, bu kez yönünü kaos’a çeviriyor ve sonunda tümüyle kaos’a dönüyordu. Sonra tekrar düzen ve tekrar kaos. Varoluş döngüler halinde var ve yok oluyordu.

Bu döngüler arasında yaratılan dünyada insanın hiçbir ayrıcalığı yoktu. Neden-sonuç ilişkisi yerine, tüm varlıkların birbirine bağlı olduğu, birbirini etkilediği bir düzen olmasının yanı sıra, sürekli işbaşında olan bir yeniden yaratım süreci de iş başındaydı. Ve birbiri ile ilgisizmiş gibi görünen bazı olaylarda, eğer bir ilinti yakalayabilirsek, işaretleri gözleyerek, olayların nasıl gelişeceğini kestirebiliyorduk. Bu nedenle, bulutların şekli, kuşların uçuşu ya da gökyüzündeki planetlerin konumlarına bakarak, sel olup olmayacağını, savaş ya da kıtlığın gelip gelmeyeceğini bilebilirdik. Buradaki tek sorun, neyi gözlememiz gerektiğini yani doğru bağlantıyı bulabilmekti.

Bu düzenin kalbinde döngüler vardı. Olaylar ve olgular şablonlar halinde tekrar edebiliyor, mantığın açıklamaya yetmeyeceği, bize tuhaf, gizemli gelen olaylar olabiliyordu.
İşte astroloji, tam da bu evren algısının çocuğuydu.


Ex nihilo nihil fit

 “MÖ 500’lü yıllara kadar hüküm süren bu dünya ve yaradılış düşüncesi, ilk olarak Heraklitos zamanında sorgulanmaya başladı” diyor Brady. Kaos, bu sürekli yeniden yaratım süreci, bilgi birikimine izin vermiyordu. Her şey sürekli bir değişim ve çözülme içindeydi ve bu değişimi anlatan meşhur söz , “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” Heraklitos tarafından söylendi.  (Doğrusu ben bu sözün sürekli değişen bir dünyayı yansıttığını düşünürdüm fakat kaos’a sürüklenen bir düzenin çözüldüğü fikri hiç aklıma gelmemişti.)

Brady, “Bu çözülme, bilgiye aç antik Yunanlıların hoşuna gidecek bir çözüm değildi” diyor ve ekliyor: “Bu düzen içinde bilgi tutulamaz ve saklanamazdı. Dolayısıyla daha stabil bir dünya’ya ihtiyaç vardı”.
Antik Yunan’lılar “creatio ex nihilo” olarak isimlendirdikleri yaratıcı hiçliği beğenmediler ve “Ex nihilo nihil fit” dediler. Yani “hiçlikten sadece hiçlik doğar”. Yeni bir düzene, yani yaratıcı tanrının kurduğu yeni ve sağlam bir düzene ihtiyaç vardı. Hatta ona bir isim de buldu Yunanlılar; “Ko’smos” dediler.

“Ko’smos” gelmekte gecikmedi. Önce Platon (MÖ 427-347) kaos’un ölümlüler dünyasında hüküm sürebileceğini, fakat tanrılar dünyasında her şeyin mükemmel, düzenli, sürekli ve tutarlı olduğunu ileri sürerek, kaos modelinden ilk ayrılmayı gerçekleştirdi. Ve ardında Aristoteles ve diğer Yunan düşünürleri, aklı öne koyan modern çağ düşüncesinin temellerini attılar. Sonrası malum… İsa’nın öğretisi ve İslamiyet, her şeye gücü yeten yaratıcı tanrının sorgulanamaz rolünü (Batı kültüründe) kesinleştirdi. Artık yaratılmış evren mükemmeldi ve tek bir yönde ilerliyordu. İnsan “eşref-i-mahlukat, yani yaratılmışların en şereflisi” ve dünyanın ve dünyadaki bütün varlıkların efendisiydi.

Fakat bu mükemmel düzende, bazı anlaşılamaz şeyler de oluyordu. Mesela, dünyadan gözlenen bazı planetler normal yörüngelerinde ilerlerken duruyor, sonra bir süre geri geri gidiyor ve sonra tekrar ilerlemeye başlıyorlardı. Kilisenin baskın rolü ve ortaçağın sessizliğinden sonra, Copernicus’un (1473-1543), yaratılmış olan bu mükemmel düzende, hataymış gibi görünen bu tuhaflıkları, yani güneş sistemi içinde görülen aksamaları ve bazı planetlerin geri hareketini, Dünya yerine Güneş’i sistemin merkezine alarak çözdüğünü görüyoruz. Bu çok önemli bir keşifti ve insanı kosmos’un merkezine koyan kilise, bu iddiayı doğrudan bir tehdit olarak algıladı. Sonrasında Johannes Kepler (1571-1630) ve Galileo Galilei sistemi tamamladılar ve sistemdeki planetlerin konumlarını matematiksel olarak hesapladılar. Bu keşifleri, bilimin egemenliğine kapıları açtı. Artık göklerin ilahi niteliği yerine, matematiksel ilkelere ve neden-sonuç bağlantısına göre çalışan mekanik bir düzen söz konusuydu. Her şeyi hesaplamak mümkündü, aklın ve bilimin altın çağı başlıyordu. Astroloji mi? Kilisenin şerrinden kurtulmak için din  formatını kabul eden astroloji, bu kez mekanik dünya görüşünü de dikkate almak durumunda kalacak, yeniden formatlanacaktı.

Isaac Newton’ın (1643 – 1727) çekim kuvveti ile ilgili çalışmaları, mekanik bir saat gibi çalışan dünya düzeni kavramını biraz daha pekiştirdi. 1700’lü yıllarda popüler soru şuydu: “ Evrendeki her şeyin bir neden-sonuç yasasına göre çalıştığı biliniyordu. Şu anda olan biten her şey, geçmişte olanların bir sonucu olduğuna göre, acaba evrendeki en büyük planetten en küçük parçacığa kadar tüm hareketi gözleyebilen, kaydedebilen ve hesaplayabilen bir dev zihin, geleceği de hesaplayabilir miydi?” Bu soru şimdi Laplace’ın şeytanı olarak adlandırılmaktadır.

Fakat Newton her şeyi çözemedi ve ölümünden sonra kazık bir matematik problemini takipçilerine miras olarak bıraktı. Üç gövde problemi olarak bilinen bu problem, aralarında çekim kuvveti olan üç cismin, kesin pozisyonunun matematiksel olarak bilinip bilinemeyeceği üzerineydi. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Bu arada Immanual Kant’ın Newton’un mekanik dünya görüşünün canlıları, insanı kapsayamayacağını ileri sürdüğünü görüyoruz. Fakat bu direniş de, Charles Darwin’in (1809-1882) evrim teorisi ile yenilgiye uğradı. Artık, insan da dahil olmak üzere her şey hesaplanabilir, öngörülebilir bir düzen içinde var olmaya mahkumdu.
Bu modern keşiflerin gücü ile Newton bilimi, yaratıcı hiçlikten aniden üreyebilen düzenlere ilişkin kanıtları, içi boş inançlar ya da sadece rastlantılar olarak etiketledi.  Sezgiler, tuhaf duygulardı ve işin kötüsü bazen şeytani de olabiliyordu. Olaylar arasındaki tekrarlayan bağlantılar kocakarı hikayeleri, bunlara inananlar da çatlak, şarlatan, düzenbaz ya da şeytana tapanlardı.

Çoğu astrolog, bu amansız entellektüel aşağılama ve baskı altında, kendine güvenli bir yer aradı. Bunun da en akılcı yolu, eğilime uymak, mekanik dünya görüşünü, neden-sonuç ilişkisini astroloji içine yerleştirmekti tabi ki…

Aslında, bir saat gibi mekanik kurallarla çalışan astroloji konusunda Kepler bayağı bir yol almıştı. Planetleri, element, mod, burç, ev gibi özelliklerinden soyutlayıp, sadece açılarına bakarak değerlendiriyordu. Sonrasında Galileo da bu düşünceyi devam ettirdi. Bu eğilim günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Bu mekanik değerlendirme akımının modern zamanlardaki önemli temsilcilerinden biri (Alman) Reinhold Ebertin’dir. (1901-1988) Ebertin, kozmobiyoloji olarak adlandırdığı yönteminde, burçları, elementleri, evleri bir kenara koyup, sadece planetlerin orta noktalarını ve bu orta noktalara olan açıları dikkate alarak değerlendirme yapıyordu. Ve tabii ki, geçmiş yazılarımızda bahsettiğimiz Fransız matematikçi Francoise Gauquelin… Gauquelin, astrolojinin öngörülerinin istatistiki değerini ölçmek için kıyamet kadar veri topladı, analiz yaptı, bilimsel kurumlarla çatıştı ve kitaplar yazdı.

Tüm bu uyum çabasına rağmen, Astroloji’nin karanlık çağı başlamıştı. Astroloji ne İsa’ya (kiliseye) ne de Musa’ya (bilime) yaranamadı. Astroloji ile uğraşan talihsizlerin önemlice bir kısmı, bilimsel astroloji ile kendine güvenli bir sığınak ararken,  bazıları mistik ya da büyü uygulamalarına yöneldi. Psikolojik astroloji olarak anılan ve tehlikeli konulara hiç dokunmayan akımlar güç kazandı.

Sonuç mu? Ne olduğunu kendi bile bilmeyen, ruhunu kaybetmiş bir öğreti.

Brady şunu yazıyor: “ Kurulu düzen tarafından marjinalize edilen ve aptal bir spiritüel-bilimsel zıtlaşmasına hapsedilen astroloji, ancak bu kozmik anlayışın reddi ile kendine gelebilir ve ait olduğu yere dönebilir. Yoksa kozmik düzenin değerlerini benimseyerek ne yolunu bulabilir ne de kendine saygınlık sağlayabilir. Madem ejderhalar döneminde doğdu, astroloji ejderha gibi bakmayı, ejderha gibi davranmayı hatta ejderha olmayı öğrenmelidir”

Eh, anarşist bir manifesto da böyle olmalı zaten…

Kaos’un dönüşü 

1961 yılının bir gecesi, meteorolog Edward Lorenz, topladığı verileri bilgisayar programına yükleyerek, hava tahminleri yapma üzerine çalışıyordu. Her şeyin hesaplanabileceği, neden sonuç ilkesinin hüküm sürdüğü bir evrende, havayı da bilebilmeliydik haliyle. Fakat beklenmedik bir şey oldu; Lorenz, virgülden sonra altı haneye kadar uzanan verileri, virgülden sonra üç haneye yuvarlamayı unutarak programını çalıştırdı. Programın verdiği sonuçlar, inanılmaz derecede farklıydı. Başlangıçtaki o minicik detaylar, sonuçları öngörülemez ölçüde değiştiriyordu. Dolayısıyla, aralarında lineer bir ilişki yoktu. Olan biten her şey, diğer şeyleri tetikleyerek öngörülemez, kestirilemez sonuçlara yol açıyordu. Öyle ki “Bir kelebeğin kanat çırpışı, okyanustaki bir fırtınaya yol açabiliyordu”. Mekanik dünya görüşü önemli bir darbe almıştı.

Sonradan, “Kaos teorisi” başlığı altında gelişen matematiksel yöntem, evren algılamamızda çok önemli  değişimlere yol açtı. (İnanmazsanız Google’a, ya da wikipedia’ya  “chaos theory in..” yazın ve uygulama alanlarına bakın.)  Aşağıda gördüğünüz grafik, matematik ve fizik ile ilgilenenlerin yakından bildiği bir grafiktir ve kaos’un resmi olarak bilinir. Sistemin birkaç farklılaşmadan sonra, nasıl kontrol edilemez bir şekilde, sonsuz sayıda seçenekler ürettiğini bize net olarak gösterir.


İşin komik yanı, sistem stabilitesini sürdürmek için kontrollü kaoslar yaratmak gerektiği konusunda kıyamet kadar araştırma var. Burada ciddiyetimi takınacağım ve “bu da determinizme kapak olsun” demeyeceğim. Özellikle ekonomik alanda, hatta dünya politik sisteminde bu hesapları yapan bir sürü matematikçi ve kurum var. (Tabi ki ülkemizden bahsetmiyorum!)

Bu arada Newton’un üç kütle (three body) problemine ne oldu dersiniz? Fransız matematikçi Henry Poincare 1899 yılında çözdü. Poincare kanıtladı ki, birbirini çekim gücü ile etkileyen üç kütlenin kesin pozisyonlarını hesaplamak “mümkün değildi!” Sadece bir tahminde bulunabilirdik. Zaten, bu kanıt, Heisenberg’in belirsizlik ilkesine, kaos teorisine ve oradan da quantum mekaniğine giden yolda bir kilometre taşı oldu. Sonradan quantum mekaniği, atom altı parçacıklar dünyasında, bambaşka düzenlerin hüküm sürdüğünü bize gösterdi. Öyle ki, bir parçacık aynı anda iki farklı yerde olabiliyordu ve artık sadece olasılıklarla konuşabilmeye başlamıştık.

Sonuçta yaratıcı hiçliğin (creato ex nihil) aradan yaklaşık 4000 yıl geçtikten sonra hava durumunu tahmin etme bahanesiyle ve kaos teorisi kılığında, müzenin tozlu penceresinden hayatın içine atladığını görmek beni gerçekten mutlu ediyor. Bana öyle geliyor ki, atlarken cebinden Higgs bozonunu da (tanrı parçacığı) düşürdü.

Her neyse… Belki bu sayede astrolojiyi iki ceberut sisteme yamamaya çalışmaktan vazgeçip, köklere dönebiliriz. Her şeyin hesaplanamadığı, her şeyin pek bir mantıklı olmadığı, evrenin makine gibi çalışmadığı ejderhalar dönemine.



Yorumlar

  1. Butun yazilar muhtesem...
    Sevgiler, selamlar.
    Basak

    YanıtlaSil
  2. keşke kitabı okuma fırsatım olsaydı.. çok güzel bir anlatımla bizimle böyle bilgileri paylaştığınız için teşekkürler.. elinize,emeğinize,yüreğinize sağlık..selamlar

    YanıtlaSil
  3. Evet..İlginç bir kadın Brady...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Henry Bergson ve değişim felsefesi

Schopenhaurer karakteri, kaderi ve hayatın anlamını anlatıyor.

6 - İçimden şu zalim şüpheyi kaldır…