4 - Ya sev ya terk et





 Dünyayı algılamamız zıtlıklar üzerinden olur. Böyle diyor büyük mitolog ve öğretmen Joseph Campbell (1904 – 1987). MediaCat yayınlarından, Zeynep Yaman’ın güzel çevirisi ile yayınlanan Mitolojinin Gücü (*1) adlı kitabında, gazeteci Bill Moyers ile Joseph Campbell antik ve çağdaş mitler halkında söyleşiyorlar. Bu kitabın “içe yapılan yolculuk” kısmını okumaya doyamadığımı belirtmeliyim.

Bu kısımda, birçok konunun yanı sıra, dünya üzerindeki çeşitli toplulukların (milletlerin) nasıl olup da birbirine bu kadar yakın mitler oluşturduklarını da konuşuyorlar. Fakat bence söyleşinin en etkileyici yanı, insanın her şeyin bir ve tek olduğu başlangıç halinden, (ki bunu cennet metaforu ile eşleştirebiliriz), zıtlıklar ile var olabilen Dünya’ya düşüşü. Öyle ki, başlangıçta insan tanrıdan bile ayrı değil. Ortadoğu dinlerinin ortak kökeni açısından insan, ne erkek (adem) – kadın (Havva) zıtlığının, ne de başka bir zıtlığın bilincinde değil.  Orada zaman yok ve ölüm de yok tabi ki.

Derken meşhur elma’yı yeme hadisesi gerçekleşiyor. Gerçi Campbell, “elmayı yeme!” demekle, tanrının,  insanın elmayı yemeden duramayacağını bildiğini de söylüyor. Sonuçta, insan cennetten kovulmuştur ve artık zamanın hüküm sürdüğü, zıtlıklar dünyasında var olmak zorundadır.


Bildiğiniz gibi bu hikayede, Havva’yı “elmayı yeme ve Adem’e de yedirme” konusunda ikna eden yılan. Campbell bakın yılan hakkında ne diyor: “Bazen Yılan kendi kendi kuyruğunu yiyen bir çember olarak tasvir edilir. Bu hayat imgesidir. Hayat yeniden doğmak için birbiri ardına nesilleri değiştirir… .. Bununla birlikte, yılan yaşamın birincil fonksiyonunu da temsil eder, yani yemeyi. Yaşam başka canlıları yemeyi temel alır. Güzel görünen bir yemek yaparken bunu düşünmezsiniz. Ama yaptığınız şey, kısa süre önce canlı olan bir şeyi yemektir. Yaşam kendini, öldürerek ve yiyerek devam eder, Ay gibi ölüm gömleğini çıkarır ve yeniden doğar.

Hayatın bu şekilde tarif edilmesi, doğrusu benim çok hoşuma gidiyor. Bizler, sürekli bir yeme- yenilme döngüsü içine hapsedilmiş ruhlarız neticede. Beslenme zincirinin en üstünde olduğumuzu sanıyoruz, fakat bunu söylerken zamanı unutuyoruz. En azından, birbirimizi yemeyi bir yana bırakırsak, geçen her saniyenin bizi yemekte olduğunu anlayabiliriz.

Campbell, şöyle devam ediyor: “Hayat, özünde ve karakterinde, korkunç bir esrardır – tüm bu öldürerek ve yiyerek yaşamak olayı. Ancak tüm acılarıyla hayata hayır demek, bunun olmaması gerektiğini söylemek çocukça bir tavır.
İnsanlar bana – Dünya hakkında iyimser misiniz?- diye soruyor. Ben de, evet dünya olduğu gibi güzel. Dünyayı siz düzeltemezsiniz. Kimse dünyayı daha iyi bir yer yapmayı başaramaz. Asla daha iyi bir yer olmayacak. Dünya böyle, o yüzden ya kabul edin ya da terk edin. Onu ne düzeltebilirsiniz ne iyileştirebilirsiniz diyorum.
Moyers, soruyor: “Bu kötülük karşısında biraz pasif bir tavra götürmüyor mu?
Campbell : “Siz de kötülüğe dahil oluyorsunuz, olmuyorsanız yaşamıyorsunuz demektir. Yaptığınız her şey bir başkası için kötü. Bu tüm yaratılışın ironilerinden biri… .. –Tüm hayat keder doludur- ilk Budist deyiştir ve gerçekten de öyledir. Eğer geçicilik olmasa hayat olmazdı ki, geçicilik kederdir.  Kayıp, kayıp, kayıp… Hayata evet demeniz ve onu bu şekilde fevkalade bulmanız gerek; çünkü kesinlikle Tanrı’nın niyeti böyleymiş.

Bu zaman ve uzam ekseni üzerine kurulu “sahne” de, kalıcı olanın geçicilik olduğunu vurguladıktan sonra Campbell şöyle devam ediyor: 

Heraklitos, -Tanrı için her şey iyi, doğru ve adildir.- demiş ama insana göre bazı şeyler doğrudur, bazıları ise değildir. İnsansanız zaman ve kararlar diyarındasınız demektir. Hayattaki problemlerden biri de her iki açının da farkında olarak yaşamak. –Merkezi biliyorum ve iyiyle kötünün yalnızca geçici sapmalar olduğunu, Tanrı’nın gözünde bunların arasında fark olmadığını biliyorum- diyebilmek.
İsa der ki –Yargılama ki yargılanmıyasın.- Yani iyi ve kötü kavramları açısından düşünmeden önce kendini Cennet’deki konumunda düşün. Ama hayatın en büyük sınavlarından biri, sizin zihninizde en menfur olarak değerlendirdiğiniz o kişiye, o eyleme ya da o duruma –evet- diyebilmektir.
Moyers : “En menfur mu?
Böyle tanımlanan bir şeyin iki, yönü vardır. Biri, eylem diyarındaki muhakemeniz, ötekiyse metafiziksel bir gözlemci olarak muhakemenizdir. Hiç zehirli yılan olmaması gerektiğini söylemezsiniz – hayat böyledir. Ama eylem diyarında birini ısırmak üzere olan zehirli bir yılan görürseniz onu öldürürsünüz. Bu yılana hayır demek değildir, duruma hayır demektir.

Burada bir nefes alıp durmak gerektiğini düşünüyorum. Bu sözler, bilgiyi arayan insanlara aşina sözler olsa da, iyi ile kötü arasında, tanrı açısından fark olmadığını bilmek ve yargılamadan bakmak o kadar kolay değil bizim için. Ben yıllardır, birçok insanın doğum haritasını inceleyerek bunun böyle olması gerektiğini sezer ve düşünürdüm. Bu satırları okuyunca kendi açımdan her şeyin daha bir yerine oturduğunu söylemeliyim.
Daha sonra Campbell Hindistan’da bir öğretmeni görmeye gittiğini anlatıyor. “Ona, evrendeki her şey tanrının bir tezahürü olduğuna göre, dünyadaki hangi bir şeye hayır dememiz nasıl mümkün olur? Gaddarlığa, aptallığa, kabalığa, düşüncesizliğe nasıl hayır demeliyiz?“ diye sorar. Cevap şu şekildedir : “Senin ve benim için bunun yolu evet demek.” Sonrasındaki uzun sohbet sonunda, Campbell şunları söylüyor: “Bu (sohbet) bende kim oluyoruz da yargılıyoruz duygusunu teyit etmiş oldu.

Tüm bunları size şunun için anlattım:  Ben Astrolojinin insanın doğasını çok iyi tarif ettiğini biliyorum. Hiçbir şeyin rastlantı olmadığına inandığımı da ilk yazımda belirtmiştim.  Dolayısıyla, hepimizin belirli bir doğa ile doğmak için kosmos’da uygun anı beklediğine de inanıyorum. Bu da aynı zamanda insanın kendine çizdiği rol üzerinden kaderini de tanımladığını gösteriyor. Fakat kaderini gerçekleştirmek ayrı konudur ve önümüzdeki haftalarda bunun üzerinde çok konuşacağız.

Reenkarnasyon

Kitabın 2. bölümünün bir yerinde Bill Moyers, Campbell’e “Metafor nedir?” diye soruyor.  Campbell’in cevabı şöyle:

Metafor, başka bir şeyi ima eden, akla getiren bir imgedir. Örneğin birine –senin tahtaların eksik- dediğim zaman, bu kişinin kelimenin gerçek anlamıyla tahtalarının eksik olduğunu öne sürmüyorum. Tahta, bir metafor. Metaforun gönderme yaptığı şeyin kendi kendisi olduğunu zannederseniz bu, restorana gidip menüyü isteyip, menüde biftek yazdığı için menüyü yemeye benzer.” 
Bu metafor açıklamasını şunun için alıntıladım: Sonrasında Moyers, “Reenkarnasyon da bir metafor mu?” diye sorar. Campbell’in cevabı şöyle : “Kesinlikle. İnsanlar reenkarnasyona inanıyor musunuz diye sorduklarında tek söylediğim -reenkarnasyon da cennet gibi bir metafor- oluyor.
Hıristiyanlıkta, reenkarnasyona tekabül eden metafor araf’tır. İnsan bu dünyanın varlıklarına bir düşkünlükle ölürse, bir arınmadan geçmesi, kısıtlamalarından arınması gerekir. Bu kısıtlamalar günahlardır. Günah yalnızca bilincinizi kısıtlayan ve onu yersiz bir durumda bırakan şeydir.Doğu metaforunda, bu durumda öldüğünüz takdirde, bu düşkünlüklerden kurtulana kadar sürekli olarak arınmak ve arınmak üzere geri gelirsiniz. Reenkarnasyon geçiren monad Doğu mitinin temel kahramanıdır. Hayatlar boyu birbiri ardına çeşitli kişiliklere bürünür. ..Sonra zaman diyarına bu düşkünlükten kendini arıtmak için hangi deneyimler gerekiyorsa, kadın ya da erkek, bir başka bedene girer.”

Bu noktada Moyers soruyor : “Peki , reenkarnasyon düşüncesi  neyi öne sürüyor?

Düşündüğünüzden fazlası olduğunuzu öne sürüyor. Varlığınızın boyutları var, kendinizle ilgili konseptinize dahil olmayan bir farkına varma ve bilinç olasılığınız var. Hayatınız sizin burada algıladığınızdan çok daha derin ve kapsamlı. Yaşadıklarınız, gerçekte içinizde olanın, size hayat, genişlik ve derinlik verenin yalnızca ufak bir ipucu. Ama bu derinliğe göre yaşayabilirsiniz. Bunu yaşayabilirseniz, birden tüm dinlerin bundan söz ettiğini anlarsınız.”

Madem reenkarnasyon konuşuyoruz, Bhagavadgita’dan (*2) bahsetmemek olmaz.  Bhagavadgita, İÖ 300-100 arasında yazıldığı düşünülen Hint edebiyatının önemli klasiklerinden biridir. 700 beyitten oluşur ve tanrı, ruh ve yeniden doğuşu inanılmaz bir güzellikle anlatır. Sadece Hintlilerin değil, tüm dünya aydınlarının ciddiye aldığı, saygı duyduğu çok önemli bir kitaptır.

Bu kitap, kahramanımız Arcuna’nın (Asil sınıftan bir savaşçı olarak tanışırız onunla), birazdan akrabaları ile girişeceği savaş öncesinde, büyük bir yılgınlık ve üzüntüyle çökmüş olarak, savaş arabasını kullanan Krishna’ya savaşın anlamsızlığı üzerinde dert yanması ile başlar. Fakat birkaç pasaj ilerledikten sonra anlarız ki, arabacı Krishna, tanrı’nın (Veda döneminin Güneş tanrısı Vishnu’nun) ta kendisidir.  Dilerseniz birkaç satır da bu kitaptan okuyalım:

Büyük savaşçı Arcuna, kalbinin yükünü böyle boşalttıktan sonra "ben dövüşmeyeceğim Krishna" dedi ve  sustu.
Krishna gülümsedi ve Arcuna'ya seslendi. Orada, iki ordunun ortasında Tanrı'nın sesi şunları söyledi:
Kederlenmeyecek kişiler için kederlenme! Acaba sözlerin aklın sözleri midir? Akıllı kişi ne yaşayanlar için ne de ölüler için kederlenir.
Aslında benim olmadığım, senin ve bu kralların olmadığı bir zaman hiç olmadı; bundan sonra da hepimiz bütün zamanlarda olacağız.
Ölümlü bedenimizin ruhu nasıl çocukluk, gençlik yaşlılık çağında dolanırsa, ruh da yeni bir beden alır bu konuda bilge kişi kuşku duymaz.
Ey Kaunteya, duyular dünyasından sıcaklık ve soğukluk, zevk ve acı gibi şeyler gelir. Bunlar gelip geçicidir bunlara değer verme Arcuna!
Ey büyük insan, bilge kişi için zevk de acı da birdir; ikisi de onu etkileyemez: O kişi ölümsüzlüğe lâyıktır.
Gerçek olmayanın varlığı yoktur ama gerçek hep vardır; bu ikisinin gerçeği, görebilen kişilerce kavranmıştır.
Şunu bil ki herkesin içinde bulunan öz ölümsüzdür; hiç kimse ona bir son veremez.
Ölümlü olduğu söylenen bu bedenler, aslında dayanıklı, yok olmaz ve ölümsüzdür, o nedenle savaş ey Bhârata!
Bu öldüren dese, şu da ölen diye düşünse, ikisi de doğru düşünmez; çünkü o ne öldürür ne de öldürülür.
O doğmamıştır, ölmez; bir şeyden olmamıştır ve hiçbir şeye dönüşmez. O doğmamıştır, daimidir, ölümsüzdür, ilktir; O, beden ölse bile öldürülemez.”

Bu arada, ben de bir geçmiş hayat analizine gittim ve kuzey denizlerinde geçen mütevazi bir balıkçı hayatım hakkında bazı bilgilerim var. Diğer insanların da deneyimlerini, hikayelerini dinledim. Fakat bu konuda kesin bir yargıya varmak oldukça güç. Çünkü Jung’un kolektif bilinçaltı ve paylaşılan arketipleri de bu deneyimleri açıklamakta kullanılabilir. Zaten sonunda geldiğiniz nokta, inanırsınız ya da inanmazsınız noktasıdır ki,  yapılan araştırmalar Astrolog’ların %80’inin reenkarnasyona inandığına işaret ediyor.

Bu haftayı yine Campbel’in söyleşisinden alınma çok hoş bir hikaye ile bitirelim:

Hindistan’dan küçük bir mit, ettiği dans evren olan yüce tanrı Şiva’nın hikayesini anlatıyor. Şiva’nın yanında eş olarak dağ kralının kızı tanrıça Parvati vardı. Bir canavar Şiva’ya gelip dedi ki –Karının metresim olmasını istiyorum.- Şiva öfkelendi, sadece üçüncü gözünü açtı ve dünyaya yıldırımlar düştü, ateş ile duman çıktı ve duman yok olduğu zaman dört yana uçuşan yeleleri aslan yelesine benzeyen sıska bir başka canavar vardı. İlk canavar sıska canavarın kendisini yemek üzere olduğunu gördü. Şimdi böyle bir durumda olsanız, siz ne yapardınız? Geleneksel olarak verilen tavsiyeyi dinlerseniz, size kendinizi tanrının önüne atıp merhamet dilemenizi söyler. Bu yüzden canavar –Kendimi senin merhametine bırakıyorum- dedi. Bu tanrısal oyunun da kuralları vardır. Biri sizden merhamet dilediği zaman merhametli olursunuz.
Böylece Şiva,  –Merhamet ediyorum, küçük canavar onu yeme- dedi.
 -Peki- dedi sıska canavar, -Ben ne yapacağım? Karnım aç. Beni bunu yiyeyim diye bu kadar aç bir hale getirdin.-
-Hımm,- dedi Şiva. –Kendi kendini ye.-
Böylece sıska canavar ayaklarından başlayarak yukarı doğru kendini yemeye başladı. Sonunda sıska canavarın yüzünden başka bir şeyi kalmamıştı. Şiva bu yüze baktı ve dedi ki –Hayatı bundan daha iyi anlatan bir şey görmemiştim. Sana Kirtimukha adını veriyorum. İhtişamın yüzü. Bu maskeyi, bu ihtişamın yüzünü hem Buda hem de Şiva tapınaklarının girişinde görürsünüz. Şiva yüze dedi ki – Sana selam vermeyen kişi, benim karşıma gelmeye değer biri değildir.- Hayatın bu mucizesine, sizin kurallarınızı takip etmesi koşuluyla değil, olduğu şekliyle evet demeniz gerekli. Aksi takdirde metafizik boyuta asla geçemezsiniz.”

Kaynakça
(*1) :     Mitolojinin Gücü, Joseph Campbell – Bill Moyers, çeviri : Zeynep Yaman MediaCat yayınları, 2. Baskı
(*2) :     Bhagavadgita Hinduların Kutsal Kitabı, Dost Yayınları, çeviri : Korhan Kaya
(*3) :     Astroloji, Karma ve Dönüşüm, Stephen Arroyo, çeviri : Gül Çehreli, İlhan yayınları


  
  
Kathmandu/Nepal Hindu tapınağı girişinde bekleyen Kirtimukha

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Henry Bergson ve değişim felsefesi

Schopenhaurer karakteri, kaderi ve hayatın anlamını anlatıyor.

6 - İçimden şu zalim şüpheyi kaldır…