Schopenhaurer karakteri, kaderi ve hayatın anlamını anlatıyor.

Aşağıda Arthur Schopenhaurer'in iNSAN DOĞASI ÜZERİNE kitabından bir bölüm var. O kadar önemli bir konuda, öylesine sıradışı bilgiler veriyor ki... Mutlaka okumanız gerekir diye düşündüm. Benim bu güne kadar Astroloji'den ve hayattan öğrendiğim her şey ile tam uyum içinde, destekliyor ve yeni ufuklar açıyor... Hadi bakalım: 

KARAKTER


Erdemli bir yaşam yerine uzun, mutlu ve parlak bir yaşam sürmek isteyenler tıpkı daima büyük roller –zafer ve gösterişi temsil eden roller– oynamak isteyen budala aktörler gibidir. Zira asil önemli olan şeyin neyi oynadıkları veya ne kadar oynadıkları değil nasıl oynadıkları olduğunu göremezler.


İnsan hiçbir zaman değişmediği ve ahlaki karakteri de yaşama boyunca tamamen aynı kaldığı ve aldığı rolü karakterinde en küçük bir sapma olmaksızın, sonuna kadar oynaması gerektiği için ne tecrübenin ne felsefenin ne de inancın gelişiminde en küçük bir etkisi bile olmaz. Bu durumda şu soru ortaya atılır: Yaşamın anlamı nedir? Temel olma niteliği taşıyan her şeyin geri dönülmez bir biçimde sabit ve belirli olduğu bu kaba komedide hangi maksatla rol alınır?

Kendini anlayabilsin diye, aradığı ve hâlâ aramakta olduğu şeyin ne olduğunu, ne istediğini ve dolayısıyla da ne olduğunu görebilsin diye rol alır insan. Ona dışarıdan gelmesi gereken bir bilgidir bu. İnsanın yaşama, bir başka deyişle istemi, bedeninde hangi kimyasal ölçülerin hakim olduğunu ortaya koyar. İnsan ne olduğunu sadece yaşam aracılığıyla açığa vurur ve sadece de kendini açığa vurduğu ölçüde var olur. Yaşam, karakterin yani sadece bu sözle ifade edebileceğimiz bir şeyin dışa vurumudur. Karakter ise yaşamda değil, onun dışında, zamanın dışında bir yerlerde yaşamın verdiği kendisini tanıma yetisinin bir sonucu olarak değişime uğrar. İnsanın kendisinin bir yansımasını görebilsin diye değil, bu yansıma aracılığıyla kendi kendini tanıyabilsin, aynanın göstermekte olduğu şeyin ne olduğunu fark edebilsin diye baktığı bir alandır yaşam. Yaşam, bestecilerin yaptığı hataların gün ışığına çıktığı bir baskı provasından başka bir şey değildir. Bu baskı provasının ne şekilde görülebildiği veya büyük mü ya da küçük mü olduğu hiçbir önem taşımayan konulardır. Orada yaşamın ne dışsal nitelikli şeylerinin ne de akışının herhangi bir önemi yoktur. Bu sebeple ister büyük ister küçük tipte olsun hataların hepsi birdir. Dolayısıyla da meselenin özü bakımından kötücül bir karakterin, aynadan dünyanın bir fatihi mi, sıradan bir dolandırıcı mı, yoksa kötü tabiatlı bir bencil mi olarak yansıdığının da hiçbir önemi yoktur. Bir durumda bütün insanlar tarafından görülür, değerinde muhtemelen sadece kendisi tarafından. Fakat ne olursa olsun insanın kendini olduğu şekliyle görmesi şarttır.

İşte bu yüzdendir ki şayet bencillik bir insani sıkı sıkıya kavrar ve efendisi haline getirirse ve bu bencillik ister neşe, ister zafer, şehvet, umut, ümitsi bir keder, rahatsızlık, öfke, korku, şüphe veya herhangi bir türden tutku biçiminde olsun o kişi şeytanın pençelerine düşmüş demektir. Ki oraya nasıl düştüğünün de artık hiçbir önemi yoktur. Bu durumda gereken şey, bir an önce oradan kurtulmak için acele etmesidir. Bunun nasıl olacağının da yine hiçbir önemi yoktur.

Ben, karakteri, kuramsal olarak, zamanın ötesine uzanan istemin, zaman içinde ise hayatın bir eylemi olarak tarif ettim ve eylem halinde bulunan karakter de gelişim demektir. Zira hepimizin sahip olduğu pratik yaşamın meseleleri, bunlardan biri olduğu kadar ötekidir de... Çünkü biz, bunları her ikisinden de yaratılmışızdır. Karakter, yaşamımızı bizim sandığımızdan da fazla değiştirir ve her insanın kendi talihinin mimari olduğu da bir dereceye kadar doğrudur. Hiç şüphe yok ki kaderimiz sanki neredeyse tamamıyla bizim dışımızda olan bir yerlerden saptanmış ve aynı şekilde, tepki dışarıdan bizim kulaklarımıza ulaşan bir melodi gibi bize bildirilmiş görünmektedir. Fakat geriye dönüp de geçmişe baktığımız zaman hayatımızın aynı melodinin yani karakterimizin çeşitli hallerinden oluştuğunu ve aynı temel ölçünün melodinin her yerinde hâkim bulunduğunu görürüz. Bu, her insanın yaşayabileceği ve yaşaması gereken bir tecrübedir ve ayrıca bu tecrübeye kendi başına yaşaması gerekir.

Bir insanın sadece yaşamı değil aynı zamanda zekâsı da açık ve kesin bir karaktere sahip olabilir, tabii zekâsını teorik konulara uygulayabildiği sürece. Yine de her insanın zekâsı bu türden olamaz. Zira benim deha olarak tanımladığım şey de böylesine kesin ve istisnai bir bireyselliği önkoşul sayan özgün bir dünya görüşüdür. Bir insanın zihinsel karakteri tepki bir tema şarkısına benzer ve yarattığı bütün eserler de bu tema şarkısının çeşitli türleridir. Weimar'da yazmış olduğum bir denemede zihinsel karakteri bir hüner, bir marifet olarak adlandırmıştım ve her dehanın da ne kadar çeşitli olurlarsa olsunlar eserlerini bu marifet sayesinde yarattığını belirtmiştim. Bu zihinsel karakter ayrıca deha sahibi insanın dış görünüşünü de belirlemektedir. Benim teorik fizyonomi olarak adlandırabileceğim şey de budur ki kişiye, bilhassa gözlerde ve alında görülebilecek olan o seçkin ifadeyi vermektedir. Sıradan insanların durumunda ise fizyonomi, dâhilerin fizyonomisiyle çok zayıf bir benzerlikten daha fazlasını sunmamaktadır bize. Öte yandan, bütün insanlar, istemin, pratik karakterin, ahlaki yaradılışın bir damgası olan pratik bir fizyonomiye de sahiptirler ki o da kendini temel olarak kişinin ağzında ortaya koyar.

Karakter, bizim tabiatını anlayabildiğimiz kadarıyla zamanın ötesinde ve üstünde olduğu için yaşamsal etkilerin altında herhangi bir değişikliğe uğraması da mümkün görünmemektedir. Fakat zorunlu olarak daima aynı kalmasına rağmen kendi kendisini gözler önüne serebilmek ve muhtemelen sahip olduğu o birbirinden hayli farklı yönleri ortaya koyabilmek için zamana gereksinim duyar. Zira karakter, iki faktörden meydana gelmektedir: Bir tanesi, yaşama istemenin kendisi, kör bir etki, bir sözde ataklıktır; diğeri ise istemin dünyaya anlamaya başladığı zaman edindiği bir itidaldir. Bir kez daha yineliyorum ki dünya, istemin kendisinden başka bir şey değildir. Bir insan, onun ne kadar sağ ve gerçekdışı bir şey olduğunu görmeye başlayana, zevklerinin ne kadar aldatıcı olduğunu ve onun ne kadar korkunç yanlarının da bulunduğunu anlayana kadar şiddetli arzularının peşinden gitmekte bir başlangıç yapabilir yaşama. Ve kimi insanların, münzevi ve tövbekâr olmalarına yol açan da işte geldikleri bu noktadan başka bir şey değildir. Yine de böylesi bir mutlu hayatından başlayıp da ondan el etek çekmeye uzanan bir değişim ancak kişinin zevklerden kendi isteğiyle vazgeçmesiyle mümkün olabilmektedir. Gerçek anlamda kötü bir yaşamdan erdemli bir yaşama dönüşümün bir anda gerçekleşebilmesi mümkün değildir. En asil bir ruh dahi, hayatın korkunç yüzünü görmeden önce yaşamın zevklerinden kana kana içebilir ancak yine de masumiyetini koruyabilir. Fakat kötü bir eylemde bulunamaz, kendi zevki uğruna başkalarının acı çekmesine neden olamaz. Çünkü böyle bir durumda, kişi ne yapmakta olduğunu açıkça görecek ve ne kadar genç ve tecrübesiz olursa olsun başkalarının acılarını da en az kendisinin aldığı zevk kadar net bir biçimde algılayacaktır. Bu yüzden de tek bir kötü eylem, koşullar izin verir vermez işlenecek sayısız kötülüğün teminatı durumundadır. Bir keresinde, biri bana, son derece haklı olarak her insanın karakterinde iyi ve insani bir şeyin ama aynı zamanda da kötücül ve uğursuz bir şeyin de bulunduğunu ve kişinin hareket tarzına göre bunlardan birinin kendisini görünür kıldığını söylemişti. Başkalarının acı çektiğini görmek, yalnızca farklı insanlarda değil aynı kişide de farklı farklı duygular uyandırabilir. Kişi bir an, acı çekene karşı sonsuz bir merhamet duyarken bir başka seferde de belli bir tatmin hissi yaşayabilir. Tabii bu tatmin hissi de açıdan alınan zevk doruk noktasına ulaşana kadar giderek artabilir. Kendimde dahi, bütün insanlığa karşı, bir an içimi acıtan bir merhamet, bir başka kez sonsuz bir kayıtsızlık ve kimi zaman da tam bir nefret duyduğumu, dahası onların acılarından büyük bir zevk aldığımı gözlemlemişimdir.

Bütün bunlar, iki farklı daha doğrusu birbiriyle taban tabana zıt dünyaya bakış şekline sahip olduğumuzu hayli net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir tanesi, dünya üzerindeki bütün varlıkların kesinlikle bizim dışımızda, bize tamamıyla yabancı varlıklar olduğu görüşüne dayanan bireysellik prensibini kendine temel almaktadır. İşte bu prensip doğrultusunda insanlara karşı ancak kayıtsızlık, kıskançlık, nefret hisleri duyabilir veya onların çektiği açıdan zevk alabiliriz. Dünyaya bakışın ikinci şekli ise benim, -tat-twam-asi- o, sensin prensibi olarak adlandırabileceğim ilkeyle uyum içindedir. Bütün varlıklar, bizimle özdeştir; bu yüzden de onlara bakmak, bizde sevgi ve merhamet duyguları uyandırır.

Birinci düşünüş şekli, bireyleri, aşılmaz engellerle birbirinden ayırırken ikincisi engeli ortadan kaldırmakta ve bireyleri bir araya getirmektedir. Bir tanesi, bize her insan için, «O, benim» diye hissettirirken diğeri, «O, ben değilim,» demektedir. Fakat bir başkasının acı çektiğini görmek bize onunla özdeş olduğumuzu hissettirir.

Bu durum ona karşı merhamet uyandırırken bir başkasının mutluluğunu görmenin bize aynı duyguları yaşatmaması da hayli dikkat çekicidir. Böyle zamanlarda bir duyguyu taşımamamıza rağmen neredeyse daima o kişiye karşı bir kıskançlık hissederiz. Ve kimi durumlarda da örneğin sevdiğimiz kimselerin mutluluğu söz konusu olduğunda ondan bizim aldığımız pay, son derece zayıf ve belirsiz olur. Bu durum, bir başkasının acı çekmesi karşısında hissettiğimiz merhamet duygusuyla mukayese bile edilemez. Peki bunun nedeni bütün mutlulukları birer yanılsama ya da gerçek huzurun önünde bir engel olarak görmemiz olabilir mı acaba? Hayır, ben, bunun nedeninin bizden esirgenmiş olan zevki veya mülkiyeti başkalarında görmenin bizde kıskançlık yaratması olduğunu düşünüyorum. Yani o zevk veya mülkiyetlere bir başkasının değil de kendimizin sahip olmasına yönelik duyduğumuz arzu olarak görüyorum.

Dünyanın, ispatı mümkün herhangi bir neden üzerine kurulduğunu düşünebilmemiz sadece birinci yöntemle mümkün olur. Diğeri, deyim yerindeyse bu dünyadan bir çıkış kapısıdır. Kendisinin ötesinde hiçbir ispatı yoktur. Tabii benim doktrinimin temin edeceği o çok somut ve güçlü kanıt sayılmadığı sürece. Neden bir insanda birinci bakış açısı hâkimken bir başkasında ikincisi ağır basar? Niçin, istemin etkilenme yönüne göre bunlardan biri veya diğeri ortaya çıkar. Son derece derin mevzulardır. Ve geceye ve gündüze götüren yollar da birbirine o kadar yakındır ki.

Bir deneysel karakter ile bir başkası arasında büyük ve kendine özgü bir fark olduğu bir gerçektir. Aslında bu, bireyin istemi ile onun zihinsel yetisi arasındaki ilişkiye dayanan bir farktır. Bu ilişki, neticede kişinin babasının istemi ile annesinin zihinsel yetisi tarafından belirlenir. Ki baba ile annenin birleşmesi de büyük ölçüde şansa dayanan bir olaydır. Bu da ebeveyn ile evlat arasındaki fark sadece olgusal olmaması durumunda tabiatta tiksinti verici bir adaletsizliğin bulunacağı anlamına gelmektedir.

İstemin özgürlüğüne gelince: Şayet istem kendisini tek bir eylemde ortaya koyabilseydi bu takdirde kişi özgür bir eylemde bulunabilirdi. Fakat istem, kendisini yaşamın bütün akışı boyunca ortaya koyan bir eylemler serisidir. Dolayısıyla da bu eylemlerin her biri, eksiksiz bir bütünün parçası olarak belirlenir ve şimdi olduklarından başka türlüsü de mümkün değildir. Öte yandan bütün eylemler, özgürdür; bireyselleşmiş istemin bir dışavurumundan başka bir şey değildir.

Eğer bir insan, kendinde kötü bir eylemde bulunmaya karşı bir eğilim hisseder ve kendini frenlerse o zaman:

(1) Cezalandırılma veya intikam alınması korkusuyla,
(2) Batıl inanç bir başka deyişle gelecekteki bir yaşamda cezalandırılacak olma korkusuyla,
(3) Genel anlamda iyilikseverliğin de dahil olduğu bir merhamet duygusuyla,
(4) Şeref duygusu bir başka deyişle mahcup olma korkusuyla,
(5) Adalet duygusu yani sadakat ve imana karşı duyulan nesnel bir bağlılık ile bunlarla birleşmiş bu değerlerin kutsiyetlerini koruma kararlılığıyla (Çünkü bunlar insanlar arasındaki bütün özgür ilişkilerin temelini oluşturur ve dolayısıyla da çoğu kez, kişinin kendisi de bunlardan fayda elde eder.) bu eylemde bulunmamış demektir.

Bu son düşünce, aslında, bir düşünce değil sadece insanlar üzerinde hayli sık etkili olan bir duygudur. Şayet bir kişiye büyük fakat haksız bir çıkar elde etme fırsatı sunulacak olsa şerefli bir insan çoğu kez bir küçümsemeyle bu fırsatı geri çevirir ve gururla şöyle bağırır: 'Şerefli bir insanım ben! Zira yoksul bir adamın, kendisine şans veya ondan da kötücül bir vasıta aracılığıyla şiddetle arzu ettiği bir şekilde zengin olma fırsatı sunulması halinde, üstelik bu eyleminden dolayı cezalandırılmaktan kurtulabilme ihtimali de varken ve ayrıca o şeye gereksinim de duyuyorken elini sürmeyi bile reddettiğinde dürüstlüğünün altında yatan, başka hangi düşünce olabilir ki? Bu durumda kişi, dünyayı mülkiyetleri altında bulunduran ve kanunları her yerde tanınan şerefli insanların oluşturduğu o büyük topluluktan çıkmamaya kesinlikle kararlı demektir. Dürüst olmayan tek bir eylemin bile kendisinin toplum dışına itilmesine ve bu cemiyetten sonsuza dek mahrum edilmeye kâfi geleceğini gayet iyi bilmektedir. Hayır! insan, kendisine iyi ürün veren herhangi bir toprağa yatırım yapar ve bunun için gerekli fedakârlıklarda bulunmaktan da kaçınmaz.

İyi bir eylemle ise yani kişinin kendi çıkarına olduğu kadar bir başkasınınkine de açık her türlü eylemle kişinin bu eylemde bulunmasını sağlayan güdü: 

(1) Arka planda tutulmuş olan şahsi çıkar, 
(2) Batıl inanç, bir başka deyişle bir başka yaşamda ödül olarak ortaya çıkacak olan kişisel çıkar, 
(3) Merhamet, 
(4)gerektiği biçimindeki kurala duyulan bağlılık ve günün birinde sıra bize geldiğinde aynı kuralın bizim de işimize yarayabileceği yönündeki varsayım 

olabilir. 

Zira Kant'ın iyi eylem olarak adlandırdığı şey, görev içgüdüsünden dolayı yapılır ve görüleceği üzere görev aşkına da burada kesinlikle yer yoktur. Zaten Kant'ın kendisi de insanların bir eylemde bulunmaya sadece görev içgüdüsü yüzünden karar verip vermedikleri konusunda şüphe duyduğunu ifade etmiştir. Kendi adıma ben de hiçbir eylemin bu yüzden yapılmış olmadığını en kesin bir biçimde onaylıyorum. Bu, boş bir laftan başka bir şey değildir ve içinde de herhangi bir insan için gerçekten güdü işlevi görebilecek hiçbir şey barındırmaz. Bir insan bu türden boş bir lafın arkasına sığındığı zaman daima daha önce tarif etmiş olduğum dört güdüden biri tarafından idare ediliyor demektir. Bunların arasında da hakikaten son derece gerçek ve samimi olanın merhamet duygusu olduğu ise ortadadır.

İyi ve kötü kavramları, karaktere sadece a potiori olarak uygulanabilir yani hepimiz iyi olanı kötüye yeğleriz; fakat ortada kesinlikle böyle bir ayrım bulunmaz. Fark, bir insanın kendi çıkarını, bir başkasınınkinden önemsiz sayma ve saymama arasında yer alan noktada ortaya çıkar. Eğer kişi, tam ortayı tutturabiliyorsa, o zaman adil demektir. Fakat çoğu insan, başkalarının çıkarları söz konusu olduğunda bir metre ilerlemeye razı oluyorsa kendi çıkarı için yüz metre yürümeyi göze alacaktır.
İyi ve kötü karakterin kaynağa da şu ana dek sahip olduğumuz bilgilere göre burada yatar. Kötü bir karakter, dişsal dünyaya ve bilhassa da içindeki canlı varlıkları düşündüğü zaman; hele de onlar ile bireyin kendisi arasındaki benzerlik arttıkça bu düşünceye daima şu duygu eşlik eder: "Ben değil, ben değil, ben değil."

Bilakis, iyi bir karakter ile (her ikisinin de en yüksek derecede bulunduğunu varsayıyoruz.) aynı düşüncenin eşlikçisi, tepki bir şarkıdaki hâkim ezgi gibi şu sürekli duygu olacaktır: Ben, ben, ben...

Bu kaynaktan, kötü karakterin eşlikçilerinin tersine merhamet, bütün insanlara yardım etme arzusu taşıyan bir yaradılış ve aynı zamanda da neşeli, özgüvenli ve sakin bir ruh hali fışkırmaktadır.
Yine de aradaki fark her ne kadar köklü olsa bile sadece olgusaldır. Fakat şimdi, bütün problemlerin en zorlusuna geldik: kendinde şey olarak istem bütün dışavurumlarında tıpatıp aynı oluyor da yine de bir karakter ile öteki arasında böylesine muazzam bir fark bulunabiliyor? Bir insanın kindar, şeytani kötücüllüğü ile ona karşılık bir başkasının son derece dikkat çekici bir biçimde göze çarpan iyiliği… Nasıl oluyor da bir Tiberius'umuz, bir Caligula'mız, bir Caracalla'mız, bir Domitian'mız, bir Nero'muz ama bunların yanında da Antonius'lar, Ttus'lar, Hadrian'lar ve Nerva'lar var olabiliyor? Nasıl oluyor da hayvanlar arasında daha doğrusu onların üstün türleri olan bireysel yaşayan hayvanlar arasında da nasıl böylesi bir fark mevcut olabiliyor? Kedinin kötücüllüğü en güçlü bir biçimde kaplanda ortaya çekmiştir; aynı şey maymunlar için de geçerlidir. Öte yandan iyilik, sadakat ve sevgi de köpekte ve filde mevcuttur. Açıktır ki kötücüllük prensibi hayvanlarla da insanlardakinin aynısıdır.

Sonuçta aradaki farkın sadece bir açıdan geçerli olduğunu görerek problemin güçlüğünü bir dereceye kadar azaltabiliriz. Her canlı varlıkta temel eğilim ve içgüdülerin hepsi de mevcuttur fakat çok farklı dereceler ve oranlarda. Yine de bu, olguları açıklamaya kâfi gelmemektedir.

İşte bu noktada zekâ ve onun istem ile olan ilişkisine başvurmak zorunda kalırız. Ki geriye kalan tek açıklama da budur. Yine de bir insanın zekâsı, karakterin iyiliğiyle herhangi bir doğrudan ve açık ilişki içinde kesinlikle yer almaz. Ayrıca zekânın iki türü arasında bir ayrım yapabilmemiz mümkündür: Yeterli Sebep Prensibi ile uyum içinde olan ilişkinin idraki olarak anlama yetisi ile dehaya benzeyen, daha doğrudan iş gören, bu kanundan bağımsız olan ve bireysellik prensibinin ötesine geçen bilme yetisi. Bu ikincisi, fikirleri kavrama yetisidir ve ahlak ile ilişki içindedir. Fakat bu açıklama bile doyurucu olmaktan hayli uzaktır. «Üstün zekâlar nadiren üstün ruhlara sahip olurlar.» işte Jean Paul, son derece yerinde olarak bu gözlemi yapmıştır. Zekâsı ruhundan daha üstün olan Lord Bacon, hiç şüphe yok ki şarlatanın tekiydi.

Uzay ve zamanın "Bireysellik Prensibi" 'nin bir parçası olduğunu belirttim ki benzer nesnelerin çok türlülüğünü bir olasılık haline sokan sadece uzay ve zamandır. Fakat aynı zamanda çeşitliliğe olanak tanıyan da çok türlülüğün kendisidir. Çok türlülük ve çeşitlilik sadece niceliksel değil aynı zamanda nitelikseldirler de. Peki bilhassa ahlaki meseleler söz konusu olduğunda niteliksel çeşitlilik diye bir şey nasıl var olabiliyor? Ya da ben de Leibnitz'in identitas indiscernibilium'u ile düştüğü hatanın tam tersi bir hataya mı düşmekteyim?

Zihinsel çeşitliliğin başta gelen nedeni kaynağını beyinden ve sinir sisteminden alır. Bu, konunun belirsizliğini bir ölçüde azaltan bir gerçektir. Hayvanlarla, zekâ ve beyin, amaçları ve gereksinimlerine tam anlamıyla adapte edilmiştir. Bu sebeple, beynin ihtiyaca ve amaca uygunluğunda biraz aşırıya kaçılmışsa dehalar ortaya çıkmaktadır ve bu da sadece insanlara özgü bir ayrıcalıktır. İstem, aynı zamanda ahlaki çeşitliliğin ortaya çıkmasın da neden olmaktadır. Zira aksi halde ahlaki karakter, zekâ ve İstem sadece birey-de bir araya gelecek ve dolayısıyla da İstem zamanın üstünde ve ötesinde olamayacaktı. İstem, zamanın üstünde ve ötesindedir ve sonsuzdur. Karakter ise içseldir yani aynı sonsuzluktan doğar ve bu yüzden de metafizik bir açıklamadan başkasına imkân vermez.

Belki ileride benim peşimden gelip de bu karanlık çukura ışık tutmayı isteyen bir başkası daha çıkacaktır.

Notlar: Kitabı Roman ODA yayınları basmış.(2014 Ocak)  Çeviriyi, İngilizce'den Elif Yıldırım yapmış. Açık ve anlaşılır bir çeviri olmuş. Eline sağlık. Sadece bu kitabı değil, Schopenhauer ile ilgili bulduğunuz her şeyi alın ve okuyun derim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Henry Bergson ve değişim felsefesi

6 - İçimden şu zalim şüpheyi kaldır…