Henry Bergson ve değişim felsefesi

Değişim felsefesi dendiğinde akla antik felsefenin ünlü düşünürü Herakleitos gelir. Hemen herkes
(özellikle lisede edebiyat kolunda okumuş olanlar) onun "Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz." sözünü bilirler. Gerçi bu sözün gerçekten ne anlama geldiğini bilene, üzerinde düşünene rastlamadım...Ama bilinir işte. Herakleitos, temel olarak, varolan her şeyin sürekli bir değişme hali içinde olduğunu vurgulamak üzere,  "Her şey akar" derken, yaratılmış her şeyin sürekli bir değişim hali içinde olduğunu, bunun sonucu olarak, sabit olan, dayanak noktası olarak alabileceğimiz neredeyse hiç bir şeyin olmadığını anlatmaya çalışır.

Birazdan detaylarına indiğimizde, ne kadar güçlü ve derin bir düşünceyi yansıttığını anlayacağımız bu ifade, değişim felsefesini özetler ve bazı düşünürler üzerinde deriz izler bırakmıştır. Henri Bergson da bu insanlardan biridir. Kendisi 1859 - 1941 yılları arasında arasında yaşamış bir Fransız düşünürü olup, modern sanat ve felsefe üzerinde derin izler bırakmıştır. Aralarında Nobel'in de olduğu bir çok ödülü olan bu dahi, aynı zamanda dil ve matematik felsefesi konularında da otoritedir.



Ben Henri Bergson ile geçen sene (2013) tanıştım. Kitaplara bakarken, Dost yayınlarından çıkan "Madde ve Bellek" adlı kitabının arkasındaki tanıtım yazısı dikkatimi çekti: ifadenin bir kısmı şu şekildeydi: "...bu büyük eser, yazarın maddesel düzeye indirgenmiş anı kavramlaştırmasına duyduğu tepkinin ötesinde, birçok yapıtına temel olacak felsefi düşünüşünün başlıca dayanak noktalarını da gözler önüne serer. Belleğin özünde ruhsal olduğunu savunan Bergson, beynin sadece belleği mevcut edime yönlendirdiğini, bu eylem aracılığıyla anıları şimdiki zamana kazıdığını anlatır. Ruh ve bedeni birbirinden ayırırken, Descartes'e özgü uzamsallık kavramını, zamansallık kavramı lehine reddeder. ..."

Tam anlamamakla birlikte, kitabın bu kısa tanıtım dikkatimi çektiği için almış ve okuma sırasına koymuştum. Sırası geldiğinde de okumaya başladım. Fakat ...?.. bir türlü ilerleyemiyordum. Okuyup geçtiğim sayfaları, tekrar tekrar dönüp okumam gerekiyordu. Anlaması çok zor bir metindi bu. Kitap beni içine almıyordu.


Sonunda, bir demir leblebi ile karşı karşıya olduğumu anladım. Bu öyle alıp okuyup bir kenara koyabileceğiniz bir kitap değildi. Fakat ele alınan konular da çok ilgi çekiciydi doğrusu. Bellek ve zaman, maddi dünyanın algılanışı ve değişim kavramları beni heyecanlandırıyordu. Yaradılışın değişim üzerine kurulu olduğu düşüncesinin, Astroloji'ye mükemmelen uyduğunu her zaman düşünmüşümdür. Bu kitapta bağlantıları kurabileceğimi hissediyordum ama, olmuyordu işte.. Okuyamıyordum.


Gerçeklik algımızın kişiye göre değiştiği (subjektif olduğu) da felsefenin eski konularından biridir. Hatta, bizim ne kadarını anladığımızdan başlayıp, algılamamızdan bağımsız bir gerçekliğin olup olmadığına kadar varır tartışma. Şimdi konuyu uzatıp, Kant'a, Leibniz'e girmek istemiyorum. Fakat, doğum haritası ile büyük oranda anlayabildiğimiz başlangıç ayarlarımızın, (kategoriler mi demeli?) gerçeklik algımızı , yaptığımız tanımları ne derecede değiştirebileceğine burada bir mim koyalım ve devam edelim.


Bir konuyu kafanıza taktığınızda, doğa size yardımcı olur. Sadece konuya odaklanmanız, çalışmanız ve uyanık bir bekleyiş içinde olmanız, işaretlere dikkat etmeniz gerekir. Nitekim bir süre sonra, bir şekilde Bergson'dan ve değişim felsefesinden bahseden kitaplar geçti elime. Bunlardan ilki, Remzi kitabevinden çıkan "Dünyanın Büyük Felsefeleri - C.E.M. Joad" adlı kitaptı. Senelerdir kütüphanemde bekleyen bu mütevazi kitabı 11 Şubat 1985'de Eskişehir'den almışım. Sanki yolda okumak için aldığımı hatırlar gibiyim.   İnce bir kitaptır ve sadece Platon, Aristo , Kant, Hegel gibi büyük düşünürlerden bahseder. (Spinoza'dan bile bahsetmez, düşünün artık :) Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti ama kitabı karıştırırken bir bölümün değişim felsefesine ve Bergson'a ayrılmış olduğunu fark ettim. Fazla bir bilgi vermiyordu gerçi, fakat Bergson'dan belirgin bir hayranlıkla bahsediliyordu ve birazdan anlatacağım "fıskiye" örneğini ilk orada okudum.


Felsefe tarihi kitaplarında da kısaca bahsediliyordu Bergson'dan. Asıl konuşulan öğretisi ve kitabı, "Yaratıcı Evrim" di. Darvin'in "doğal seleksiyon" teorisine kökten karşı çıkan bu teoriyi daha önce duymuştum. Bu teori, evrim sürecini inkar etmemekle birlikte, amaca yönelik karmaşık yapıların, kör bir yaratım ve seçilim sürecinin sonunda ortaya çıktığı tezini reddeder. Hatta, bu sürecin sadece tek yönde (iyi olanın devam etmesi yönünde) ilerlemesine de itiraz eder. Evrim her yönde ilerleyebilir.... Burada amacım, "Yaratıcı evrim" kuramına açıklamak ya da savunmak değil.  Belki başka bir yazının konusu olabilir. Yalnız,   Darwin'e tapan materyalistlerin, yani günümüz bilim dünyasının ağırlıklı bölümünün, "Yaratıcı evrim" kuramının adını bile duyduğunda sinirlerinin ayağa kalkmasını ve neredeyse bir bilimsel bağnazlıkla saldırıya geçmelerini izlemek eğlencelidir. Bu teorinin dinciler tarafından üzerine atlanıp sahiplenilmesi, gerçi beni de sinirlendiriyor .. Bağnazlıkta birbirlerinden pek farkları yok...


Her neyse.. Asıl konumuz maddi gerçekliğin aslında ne olduğu ve onu nasıl algıladığımız aslında. Yaradılışın öyle mi böyle mi geliştiği, ayrı bir konu. Bergson, ikinci kitabında, yani "Madde ve bellek" kitabında, yaradılışın ne olduğunu öyle bir anlatır ki, bunu anlamadan ve sindirmeden, onun (yaradılışın) öyle mi, böyle mi geliştiği konusunun tartışılamayacağını anlarsınız.


Elime geçen ikinci kitap, Say yayınları -"Fikir Mimarları dizisi 10. kitap - Bergson" du. Ali Osman Gündoğan'ın yazdığı  bu kitap, sade ve anlaşılır diliyle, Bergson'un önemli kavramlarını özetliyordu. Bana çok yardımı oldu. Nihayet, "Madde ve Bellek" duvarının arasından geçebilmeye ve orada anlatılanları anlamaya başlamıştım. Bu aşamada, Dost kitapevinin, kitabın arkasına koyduğu tanıtım metninin, yanlış olmamakla birlikte ,  bu büyük düşünürün dünyasına davet etmekte ne kadar yetersiz olduğunu düşündüm. Bu kısa tanıtım, sadece -eğer Bergson'u biraz tanıyorsanız- anlamlı oluyordu.



Üçüncü kitap, tuhaf bir rastlantı ile araya giren bir kitap oldu: "Ya zaman var olmasaydı? - Carlo Rovelli". Carlo Rovelli, modern teorik fiziğin önemli isimlerinden bir profesör ve bu kitabında aslında kuantum teorisinde (mikro kosmosda), artık zamanın bir parametre olarak kullanılmadığını anlatıyor.  Bunu daha iyi anlatabilmek için, makro dünyada hüküm süren kanunları, yani relativite teorisini anlatarak başlıyor. Einstein'in maddi gerçeklik ve zamanın benzer (hatta aynı şey) olduğunu gördüğünü, çekim etkisi altında ya da hızdan dolayı zamanın eğilip büküldüğünü, bu nedenle Einstein'in sadece uzay değil, uzay-zaman
kavramını kullanmak zorunda kaldığını belirtiyor. Sonuçta, maddi dünyadan bağımsız, sabit ve güvenilir bir zaman, ne makro kosmos'da, ne de mikro kosmos'da yok. Hoş bir kitap. Tavsiye ederim.

Bu konu şu açıdan ilginç: Bergson'un teorisinde de, sabit olarak alınabilecek hiç bir şey yok. Ne maddi gerçeklik, ne zaman, ne de bilinç. Özellikle, bir sabit olarak zaman kavramına hiç güvenemeyiz. Yine de sürekli zamana bağlı olarak değişen şeylerden bahsediyoruz.. Peki değişimi nasıl ve neye bağlı olarak ifade edeceğiz?


Bu soruya tekrar döneceğiz. Ama dilerseniz artık Bergson'un temel tezini kısaca özetleyelim: Öncelikle,  Bergson'un "Elan Vitae" olarak adlandırdığı, yaşama etkinliğini (enerjisini de diyebiliriz) anlamamız gerekir. Aslında, bilinç, zeka bunu anlayabilecek şekilde gelişmemiştir. Fakat şimdilik, anlamaya çalışalım. Bunun için bir benzetmeden yararlanacağız.


Yandaki resimde bir fıskiye görüyorsunuz. Hayır, bu fıskiye kesinlikle M. Gökçek'in "fışkiyelerinden" değil.  Bizim fıskiyemizde, suyun borudan püskürerek çıkması, en yüksek düzeyde yaşama etkinliğini sembolize ediyor. Gücü kesilip geri dönen damlalar ise, dağılan, enerjisini kaybeden ve geri dönen yaratıcı harekettir. Ki biz bunu maddi evren olarak algılarız. Yani madde, bu hayat enerjisinin donmuş, sönmüş ve katılaşmış halidir.

Bilinç ve zeka, bu içinde varolduğu maddi evreni anlamak ve içinde iş görmek için kurgulanmıştır, yaşama etkinliğini ya da enerjisini anlamak için değil. Peki, o halde bu etkinliği nasıl anlayabiliriz?


"Sezgi ile" diyor Bergson. Akıl ile değil. Gerçeği zeka ile kavramaya çalışırsak yanılırız. Üstelik, teorik fiziğin de söylediği gibi, bu sadece madde olarak da alınmamalıdır. Doğrusu, uzay zamandır. Yani zaman da, tepede duran ve geri dönen su damlacıkları gibi donuklaşan, fakat yine de değişmeye tabi hayat  enerjisidir. Zaman konusuna döneceğiz.


Bergson, aynen çevremizdeki diğer varlıklar gibi, bizim de sürekli değişen varlıklar olduğumuzu anlatır. Üstelik bu öyle bir değişimdir ki, değişen bir kişilikten bile bahsedemem. Çünkü değişen bir şeyin varlığını ileri sürdüğümüzde, sırf değişiğkliğe tabi olması gerçeği yüzünden, kendisi değişiklik olmayan bir başka şeyin varolduğunu ileri sürüyoruz demektir. Halbuki varolan tek şey değişimdir. Bergson'un adlandırmasıyla, değişim ya da oluşma ırmağına, tüm evren dahildir ya da onun kendisidir. Bir başka deyişle, evrenin kendisi oluşma-değişim ırmağıdır.


O halde, nasıl oluyor da evren bize, boşlukta yer kaplayan katı ve kalıcı nesnelerden oluşuyormuş gibi görünüyor?


Bu sorunun yanıtı, Bergson'un zeka kuramında yatar. Hiç durmayan bir akıştan ve değişimden oluşan bir dünyada yaşam, zekanın üstesinden gelmek zorunda olduğu "eylemde bulunma" bakımından çok zor olurdu. O halde zeka, sırf pratik bir yetenektir ve eylemde bulunmak için evrimleşmiştir. Zekanın yaptığı şey, evreni oluşturan sürekli yaşam akışını alıp, onun içinde kesitler açarak, gerçekte hiç durmayan ve bölünemeyen bir sürecin ara yerlerine yapay duraklar veya boşluklar sokuşturmaktır.  Biz bu duraklar sayesinde, katı nesnelerden oluşan bir dünya algılayabiliriz. Zeka, sanki değişim (oluş) akışını, böldükten sonra, iki kesit arasındaki her parçayı sıkıştırıp onu katı ve kalıcı bir toprak durumuna getirmektedir.


O halde boşluğu dolduran maddesel nesneler dünyası, zekanın gerçeğe bakışındaki gariplikten kaynaklanmaktadır. Ancak bu bakışın tamamen hatalı olduğu düşünülmemelidir. Gördüğümüz gibi gerçek, sonsuz süreli yaratıcı bir atılıştır. Ama onun da sürekli hareketi kesintisiz değildir. Belirli bir noktada, gerçek akışı kesilmekte ve bu kesintiden dolayı gerçeğin bir bölümü geriye dönmektedir. Akışın bu geri veya ters gidişi maddedir. İşte zeka, yaşamın bu geriye hareketine dikkatimizi çeker ve ileri hareket olan bilince, onu, yaşamdan ayrı, organik olmayan, ve sanki yaşama karşı varolan bir şeymiş gibi gösterir. Bir örnek vermek gerekirse, Budistlerin ilk düşünce olarak dikkat çektikleri, hayatın her an zaman tarafından yenilip yok edildiği gerçeği, aslında bir illuzyondan başka bir şey değildir. (Budist öğreti sonuçta bunun bir illuzyon olduğunu öğretecektir.) Aslında, değişimden başka hiç bir şey yoktur.


Bu gerçeği sezgi ile anlayabileceğimizden bahsetmiştik. Sezginin kendini en rahat ortaya koyabildiği alan ise sanattır. Sanatçılar, bir çok şeyi sezdikleri gibi, bu oluşum ırmağını da sezer ve ürünleri ile onu bize tarif etmeye çalışırlar.



Nitekim, Bergson'un felsefesi, özellikle sanatçılar üzerinde çok etkili olmuştur. Hemen yandaki resimde, 20. yüzyıl başlarında etkili olmuş fütürizm akımının önemli temsilcilerinden, heykeltraş-ressam Umberto Boccioni'nin bir bronz heykelini görmektesiniz. Bu heykelin adı "Unique Forms of Continuity in Space" dir. Türkçe'sini söylemeye çalışırsam "Uzamdaki sürekliliğin form olarak ifadesi" diyebilirim belki. Biliyorum, birebir çeviri değil ama bu bana daha doğru geldi sanki. Çünkü, bir akış, donuk bir form olarak nasıl ifade edilebilir? Boccioni, 1913 yılında yaptığı bu heykel ile, bu değişim enerjisi, katı halde, yani madde formu ile ne kadar ifade edilebilirse artık.. onu göstermeye çalışmış. Ben hayran kaldığımı söyleyebilirim. Belki ileride, 34 yaşında ölen bu yetenekli sanatçı üzerine yazma fırsatı da olur.

Gerçi Bergson, an'ı yansıtmak yerine, süreci anlatabilmek açısından müziğin çok daha avantajlı olduğuna dikkat çeker ve müziği ayrı bir yere koyar. Bu açıdan baktığınızda, müzik gerçekten büyük bir anlam ve önem kazanır.


Yeri gelmişken, Sartre'ın Giacometti heykelleri için söylediği bir sözü hatırlatalım: "Sanatçı ne yaptığını bilmez, biz biliriz.

Bence bu çok önemli bir söz. Sanatçının sezgisi ile deşip çıkardığını bizim farklı bir şekilde algılayabileceğimizi anlatıyor. Peki algılama farkını oluşturan ne? 

Şimdilik buna girmeyelim. Çünkü bu önemli bir konu ve ayrı bir yazıyı hak ediyor.

Evet... Şimdi dönelim belleğe. Madem her şey sürekli bir akış - oluş içerisinde, nasıl oluyor da bizde zaman kavramı, süreklilik hissi, anılar ..vs. var? Burada, yine Bergson'un kendi metinlerine dönelim. Bergson, gözümüzü kırpmadan, bir cisme sürekli bakarken bile, değişimi gözden kaçırmaya eğilimli olduğumuzu şöyle anlatır: "Örneğin, en kalıcı bir iç durum olan, durağan bir nesnenin gözümüzle algılanmasını ele alalım. Bu nesne sürekli olarak aynı kalabilir; Ona aynı yandan, aynı açıdan ve aynı ışıkta bakabilirim. ama yine de o nesneyi şimdiki görüşüm biraz önceki görüşümden farklıdır çünkü hiç olmazsa bir görüşüm diğerinden biraz daha eskidir. Belleğim vardır ve geçmişten şimdiye bir şey aktarır. Zihinsel durumum zaman yolu üzerinde ilerlerken biriktirdiği süreklilikle durmadan büyümektedir. Eğer dış nesneleri algılamamız böyle ise, iç durumlarımızın, yani isteklerimizin, heyecanlarımızın vb. açıklaması olarak bu daha da doğrudur. "


Zaman konusuna geldiğimizde, Bergson'un sıradışı tanımlamalarına da geliriz. Biraz önce, relativite teorisi bahsinde anlattığım üzere, uzay-zaman kavramı, insan bilincinin dışında, aynı madde gibi, donmuş, hatta geriye giden hayat akışını dünyasına ait bir şeydir. Madde gibi, çekimden etkilenir. Çok farketmesek de, sabit değildir aslında, uzar, kısalır, esner.  En önemlisi, insanın kendi algılamasıyla, bilinci ile, hatta ruhu ile ilgisi yoktur. Yani, kendi içimde geçen zamanın, ölçülen zamanla ilgisi yoktur. Televizyondaki haberleri izlerken hissettiğim iç sıkıntısı, etkili-yetkili yöneticilerin içi boş, anlamsız ve yalanlarla dolu konuşmaları, bana bitmek bilmez uzunlukta gelebilir. Oysa güzel bir müzik dinlerken nasıl geçtiğini anlamam bile. Böylece Bergson, donuk - ölü - maddi dünyanın zamanı ile ile içimizde yaşayan ve iş gören yaratıcı sürecin zamanını birbirinden ayırır ve ikincisini "süre" olarak adlandırır.


Bununla birlikte Bergson'un, "Bu anları, duygulanımları, bir tesbihin taneleri gibi birbirine bağlayan sabit kalan bir ego, yani tesbihin ipi de yoktur" dediğini hatırlatalım. 


Peki tüm bunları Astroloji bağlamına nasıl oturtabilirim?

Aşağıda, astrologların (en azından gerçek olanlarının) yakından tanıdığı ve kullandığı transit (etkiler) akış diyagramı var:





Bir ırmağı andırmıyor mu? Ne dersiniz?



Nasıl sanatçılar bu ırmağı hissetme sezgisine yakın duruyorsa (gerçek sanatçıları, yaratıcıları kasdediyorum, pop şarkıcılarını değil), ince ruhlu insanlar da bu sezgiye sahip. İnsanların çoğunda ise bu sezgi yok. Üstelik iyi niyetli olmak da yetmiyor, çünkü akıl ile kavranabilen bir şey değil bu. Astroloji, yine, kimin sezgi sahibi olup olmadığını söyleyebilecek yetkinliğe sahip. Tabi ki, doğumumuzda bize verilen yetkinliklerin de her an değiştiğini gözden kaçırmadan değerlendirme yapmak gerekiyor. Bazen hayattaki önemli dönüm noktaları, sezgilerinizi güçlendirebilir, sizi bazı algılara açabilir. Ya da Aldoux Huxley gibi, algının kapılarını (yapay, tehlikeli ve bence nafile) çabalarla biraz aralıyabilirsiniz. Ya da epilepsi, belleğin, anları birleştirmesini engelleyerek, bir kısmını sizin için yapabilir.

Tabi, natal astroloji'nin kişilik analizini de bu öğretilerin ışığında, yeniden düşünmek gerekiyor. Sürekli değişen kişilik kavramı astroloji'ye yabancı değil tabi ki ve analizi zorlaştırıyor.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Schopenhaurer karakteri, kaderi ve hayatın anlamını anlatıyor.

6 - İçimden şu zalim şüpheyi kaldır…