Packman zor durumda

Popular Science dergisinin temmuz 2015 sayısında, "Evrenin dili" adlı bir bölüm yayınlandı. Bölümü Tuna Emren hazırlamış ve yazı doğada görülen matematiksel düzeni "ele veren" altın oran, pi sayısı gibi gizemli sayıları ele alıyor. Çok hoş bir yazı, bulun okuyun derim. Örneğin ben, se'ler çizerek akan bir nehrin toplam uzunluğunu, başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki mesafeye böldüğümüzde, her zaman pi sayısının çıktığını bu yazıda öğrendim. Yazı pi sayısının ışık ve ses dalgalarındaki etkisinden başlayıp, büyüme aşamasındaki elma hücrelerinin aldığı küresel formdan tutun, bir süpernova'nın parlaklığının belirlenmesine kadar "her yerde, ama her yerde" görüldüğünü anlatıyor.

Max Tegmark
Yazıdan bir kısım alıyorum sizin için: "Pi, birbirine bağlı olan sistemlerin içinde önemli bir yere sahip. Ancak bunun nasıl olabildiğiniz tam olarak açıklayamıyoruz.Fibonacci dizilimi biçimsel olarak ortaya çıkıyorsa da, Pi sayısı derinlerde yatan br düzene işaret etmekte. Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden fizikçi ve kozmolog Max Tegmark buna bir açıklama bulduğunu düşünüyor: Tegmark'ın yorumu şöyle: Çok gelişmiş bir bilgisayar oyununda bilinç geliştirmiş bir sanal karakter olduğumuzu düşünelim. Bilinçli olduğumuz için oyunun içindeki dünyayı incelemeye başlardık. Ama bunun bir bilgisayar oyunu olduğunu asla bilemez, gerçek bir dünyada yaşıyormuş gibi hissederdik. Bu dünyayı araştırdıkça, tabii ki heryerde matematiksel işaretler görmeye başlayacaktır. Neticede o bir bilgisayar oyunu ve bu özelliği barındırıyor. Programcının oyuna şekil vermek için kullandığı matematik, dikkatlice bakan karakterin gözüne çarpmaya başlayacaktır. Bu noktada oyundaki fizik kanunları ( bir nesnenin yüzebiliyor, diğerinin batıyor oluşu gibi) programcının yarattığı matematiksel hesaplamalarla şekillenmiş olacak. Neticede oyun evreni sadece sayılardan ibaret....

İşte Tegmark, bizim evrenimizin de böyle bir yer olduğunu söylüyor. "İlk başta matematiksel olarak hiç bir şey ifade etmeyen nesnelere ne kadar yakından bakarsam, ardındaki matematiği de o ölçüde keşfetme şansına sahip oluyorum" diyor fizikçi. Öyleyse evrenimiz de, tıpkı bir bilgisayar oyunu gibi simulasyondan mı ibaret? Matematiğin tüm sistem ve oluşumlarda bu kadar doğru sonuçlar verebiliyor oluşu, kodları onun üzerine kurulu bir evrende yaşıyor olabileceğimizi işaret ediyor. "

Immanuel Kant
Özellikle Matrix filminden sonra son yıllarda popüler olan bu "bir simulasyon içinde mi yaşıyoruz?"
sorusu, aslında hiç de yeni bir soru değil. Platon, yaklaşık 2500 yıl önce, yaşadığımız dünyanın, idea'lar dünyasının bir kopyası olduğunu net olarak anlatmıştır. Bu yolda ilerleyen filozoflar, örneğin Kant, yaşadığımız dünyayı fenomenler (görüntüler) dünyası olarak adlandırır. Kant'a göre bu dünyayı sadece beş duyumuzun kapasitesi ölçüsünde algılayabiliriz ve bu görüntünün arkasındaki asıl dünya (numenler dünyası) hakkında bilgi sahibi olmamıza imkan yoktur.

Kant felsefesinin verdiği önemli bilgilerden biri de, beyninimizin, bu fenomenler dünyasında yaşamak için gelişmiş-örgütlenmiş olduğu ve bunu yapabilmek (uyum sağlayabilmek) için uzay (üç boyut) ve zaman'a ihtiyacı olduğudur. Dolayısıyla bizler bu dünyadaki nesneleri algılayabilmek için, onları bir uzay ( ya da uzam) içinde algılamak zorundayızdır. Hatta, zaman olaya ek bir boyut katar ve biz çevremizdeki varoluşu (dilerseniz fenomenler dünyasını diyelim), duyularımızın kapasitesi ölçüsünde, birbirini takip eden frame'ler (ya da sahneler) olarak algılarız. Beyin, bu sahneleri büyük bir ustalıkla zaman çizgisi üzerinde birbirine birbirine bağlayacak ve bize sürekli (kesintisiz) bir akış olduğu izlenimini verecektir. Uzay ve zamanın kesinliğinden öyle eminizdir ki, sürekli tek yönde akan bu oluşlar dizisini benimser, buna da hayat adını veririz.

Oysa, bu iki parametre; uzay ve zaman o kadar da sağlam görünmüyor.  İnsan algısı dışında var olan sabit bir zaman olduğu oldukça şüphelidir. Bunu felsefe ve bilim ile uğraşanlar iyi bilirler. Bildiğim kadarıyla fenomenler dünyasında matematiksel olması gereken boyut sayısı, son olarak dokuza çıkmıştı. Sabit olduğundan pek bir emin olduğumuz zaman'ın, çekim kuvvetine bağlı olarak değiştiği ise, bu gün çok iyi bilinen bir fizik yasasıdır. Öyle ki, yer yüzündeki saatler ile uydularda bulunan saatler arasındaki zaman farkı sürekli düzeltilmektedir.

Nikola Tesla
Henry Bergson, tam da bu nedenle sabit bir zaman olduğunu reddeder ve zamanın kişisel algıya bağlı olduğunu, dolayısıyla onu süre olarak adlandırmamızın daha doğru olacağını ifade eder.  Zaman'ın bu tartışmalı konumunu daha fazla uzatmak istemiyorum, felsefede bir çok örnek verebilir, alıntı yapabilirim. Fakat burada çok ilginç bir deneyimi anlatmadan geçemeyeceğim. Popular Science Ağustos sayısında olağan üstü bir mühendis, daha doğrusu tam bir dahi olan Tesla'nın bir tecrübesi aktarılmış: Yaptığı deneyler esnasında üzerinden yanlışlıkla 3,5 milyon volt (evet doğru okudunuz) akım geçen Tesla bayılır ve kendine geldiğinde şunu söyler: "Bilincimi yitirmedim. Kendimi geçmiş, bu gün ve geleceği aynı anda deneyimlerken buldum."

Şimdilik zamanı bir kenara bırakalım ve var oluş hakkında konuşmaya devam edelim. Önceki yazılarımda da anlattığım gibi, kısıtlı algılarımızla kendimize kurduğumuz bu fenomen dünyasının arkasına geçebilmek bazı düşünürler için rasyonel akıl ile mümkün değildir, çünkü beyin bunun için organize olmamıştır. O (beyin) burada (fenomenler dünyasında) yaşamak için örgütlenmiştir ve neden-sonuç kuralına sıkı sıkıya bağlı olarak bilgiyi işler.  Peki fenomenler nasıl oluşur ya da kaynağında - kökeninde ne vardır? Schopenauer, maddi yaradılışın, yaşama arzusunun ya da iradesinin somutlaşmış hali olduğunu iddia ederken, bir adım daha ileri gider ve müziği bu irade ile eş tutarak, maddenin müziğin somutlaşmış hali olduğunu söyler. Bu doğrusu, son yıllarda okuduğum en çarpıcı tanımlama ve üzerine söylenebilecek bir şey var mı, bilemiyorum.

Numenler dünyasını algılamanın yolunun sanat olduğunu önceki yazılarımızda işlemiştim. Peki, beyin ya da rasyonel mantık bu konuda çok mu çaresizdir? Ben yeterli olduğunu da, çaresiz olduğunu da düşünmüyorum doğrusu. Nitekim yazının başında aktardığım Tegmark'ın düşüncesi, yani dikkatli bakıldığında, yaradılışın kumaşında kendini tekrarlayan matematik, bize aslında kurmaca bir sanal dünya içinde yaşadığımızı anlatıyor. Bunu anlamak için teorik fizikçi olmaya gerek yok, önyargılı olmamak yeterli. Buradaki sorun şudur: İnsanın doğası ve başına gelenler bu kurguya dahilmidir, değil midir?

İnsan derken, beden ve ruh ayrılığını kastettiğim açık. Şimdi burada ruh nedir, ne değildir tartışması açmak da istemiyorum. Fakat bedenimizde sayısal oranların geçerli olduğunu biliyoruz. Malum, kimleri güzel bulduğumuz belli. Peki yaradılışımız (karakterimiz) de bu matematikten payını almış olamaz mı?

İşte astroloji'nin tam olarak anlattığı da budur aslında. Bizler de bu matematiğin içinde şekilleniriz ve yaşarız. Astroloji, tekrarlayan döngülerin fenomenler dünyasında yarattığı etkilere ilişkin binlerce yıldan beri tutulan kayıtlarını içerir. Bu kayıtların içine daldığınızda, çok az altın, çok fazla çöp  bulursunuz. Diyelim ki, bir altın parçası bulmayı başardınız, nedir bu ve ne yapabilirsiniz onunla?

Bu aslında bir neden-sonuç ilişkisinden başka bir şey değildir. Yani bir mantık ilişkisi - matematik formülüdür öğrendiğiniz. Örneğin, Satürn doğum anınızdaki tepe noktasına quincunks (150 derecelik) açı yapıyorsa, işten sepetlenme olasılığınız çok yüksektir. Bu binlerce yıldır gözlenen ampirik bir veridir. Bu ilişkinin nasıl olup da çalıştığını anlatabilmek için astroloji, mitolojiye başvurur. Satürn evlatlarını yiyen, acımasız bi tanrıdır ve 150 derecelik açı, onunla talihsiz bir karşılaşmaya işaret eder. Burada matematiksel - ampirik bir verinin, mitlerle açıklanması bir çok insana çok saçma gelir. Oysa, bu bakış açısı ile, konuyu anlamanız imkansızdır. Mitlere tıpkı Joseph Campbell'in baktığı gibi bakmanız gerekir. İnsanlar, binlerce yıldır yürürlükte olan enerjileri, metaforlarla anlatırlar. Satürn bir metafordur. Bazen karşınıza müdür, bazen öğretmen bazen de müfettiş olarak çıkabilir ama her zaman kesin, ürkütücü, güçlü ve merhametsizdir. Ona direnmek kolay değildir. Sonuçta, bu metaforla çarpışmış durumdasınız ve güzel şeyler olmayacağı açıktır.

Üstelik bu çarpışma, her zaman ve herkes için aynı sonuçlar üretmez. Sonucu etkileyen çok fazla parametre vardır ve doğru tahmin yapmak için çok dikkatli olmak gerekir. Bilimsel arkadaşların pek sevdiği tabirle "tekrarlanabilir" değildir. Dolayısıyla, bu ilişkinin çoğunlukla çalışıyor olması, olumsuz sonuç üretmesi bildiğiniz gibi, astrolojiye inananları, dolayısıyla beni şarlatan olmaktan kurtarmaz.

Bence, madem müzik somut cisimler yaratabilecek güçte bir şeydir, sonuçlar da yaratabilir. Sadece dış dünya üzerinde değil, üzerimizde de büyük etkisi olacaktır. Fenomenler dünyasında olup bitenleri iyi-kötü gibi saçma sınıflamalara tabi tutmadan ele alırsak, sakin ve uyumlu müziklerin (etkilerin) yarattığı sonuçlarla, sert müziklerin yarattığı sonuçlar olarak görebiliriz belki ve bu ikisi birbirinden daha kıymetli değildir. Arif olan anlar. Bu durumda, astroloji, çalan müziğe kulak kabartmaktan ve nasıl sonuçlara yol açacağını kestirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. İşin kötüsü, biz bilgeliği öylesine kaybettik ki artık, sadece en çok ses çıkaran zurna ve davulun ne dediğini anlayabilir durumdayız. Aramızda kalsın, astrologların elindeki sözlüğün hali de içler acısıdır.

Yine de başarılı olabildiğimize, hayatımızda daha önce hiç görmediğimiz insanların doğasını tarif edip, bazı şeyleri önceden bilebildiğimize göre, yaradılışın desenindeki matematik kurguyu iyi-kötü anlayabiliyoruz demektir. Bu ne anlama gelir biliyor musunuz? Aslında her şeyin önceden belli olduğu, bir başka şekilde söyleyelim, geçmiş-şimdi ve geleceğin aynı anda var olduğu bir sanal dünyada yaşamakta(?) olan ama bunu anlamaktan aciz, doğası yaratıldığı (doğduğu) an belirlenmiş bunun dışına çıkamayan, hangi müzik çaldığında ne tarafa sallanacağı aşağı-yukarı belli olan, dolayısıyla özgür iradesi çok ama çok kısıtlı varlıklar olduğumuz anlamına. Yani pack-man'den pek farkımız yoktur.


Astroloji açısından bakıldığında sevindirici gibi görünen bu durum, felsefe açısından bakıldığında cehennemin tarifinden başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. Parametreleri set edilmiş bu oyunu kim ve neden oynatıyor acaba? Ve durup ona bakan pack-man hakkında ne düşünür?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Henry Bergson ve değişim felsefesi

Schopenhaurer karakteri, kaderi ve hayatın anlamını anlatıyor.

6 - İçimden şu zalim şüpheyi kaldır…