İstenç, bilinç ve sanat
"Sanatçı
ne yaptığını bilmez, biz biliriz."
Sartre |
Böyle diyor Sartre, Giacometti'nin heykelleri için. Bu söz,
Bergson'un önceki yazılarımızda bahsettiğimiz elan-vitae'nin sezgi ile
bulunabileceğini anlatan metinlerini aklıma getirdi. Sonuçta, sezgileri güçlü
insanlar, kendileri de farkında olmaksızın, sürekli bir arayış içinde. Sanatçıların bulup çıkardıklarını, hepimiz farklı değerlendiriyoruz. Bazıları bizi yüreğimizden yakalıyor, bazıları da hiç ilgimizi çekmiyor. Ve çoğu
kez, bulduklarımızı bilinç ile değerlendirmeye çalışıyoruz. Peki bilincin ne
olduğunu biliyor muyuz?
Böylelikle bu yazının konusu da belli oldu: Bilinç nedir? Sezgilerimizle
bulup çıkardıklarımızı nasıl algılar, değerlendirir? Ona güvenebilir miyiz?"
Konumuz bu.
Bilinci, ben Schopenauer'in yol göstericiliği ile ele
alabileceğimizi düşünüyorum. Kendisini çok severim ve kendime yakın
bulurum.
Wikipedia onun için "tamamen farklı yönlerden yaklaşarak Budist
ve Vedantik sonuçlara erişen etkili alman düşünürü" demekte. Öyle ki,
etkilediği isimlere bir bakın hele : Friedrich Nietzsche, Richard Wagner,
Ludwig Wittgenstein, Erwin Schrödinger, Albert Einstein, Sigmund Freud, Otto
Rank, Carl Jung, Joseph Campbell, Leo Tolstoy, Thomas Mann, ve Jorge Luis Borges.
Bunlara ek olarak Schopenhaurer'in insanları hiç sevmediğini de ekleyelim.
Hakkında bilgi almak isterseniz, yazının sonundaki linkleri tıklayabilirsiniz.
Schopenhaurer'in en önemli öğretisi, yaşamımızı
şekillendiren asıl şeyin bitmek tükenmek bilmeyen, hiç tatmin olmayan ve
sürekli tatmin arayan bir varolma iradesi olduğudur. Pek de farkında olmadığımız
bu iradeye, itki, arzu, isteme, istenç..ve benzeri isimler de takabiliriz.
Bakın DMY Felsefe sitesi onu nasıl tanıtıyor: " Schopenhauer
felsefesi genel olarak yaşamın anlamlılığının sorgulanmasıdır. Schopenhauer,
kurumsal otoritenin çıkarlar için kullanılmasına karşıdır. Hristiyan ahlakını,
kilisenin çıkarlarını koruyan tutumu reddeder. Hayatın bir amacının olduğu ve
bu amaç doğrultusunda geliştiği fikrini saçma bulur. Kant’ın görünenin
ötesindeki, ne olduğu bilinemeyecek dünyasının, aslında bilinebileceğini
savunur. Ona göre dünya bireyin tasarımından ibarettir, ve istençle şekillenir.
Tasarım olarak dünya, yeter sebep ilkesine bağlıdır. Bu dünya uzam, zaman ve
nedensellik bağı içerisinde, zorunluluğa tabidir. Bir şey ancak başka bir şeyle
olan ilişkisi nedeniyle anlamlı gelir. Tasarım olarak dünya bir yanılsamadır.
Onun arkasında, mutlak, değişmez, sonsuz ve sınırsız isteme (istenç) yatar.
İnsanların bütün yaşamları istemeyle, bu nedenle yaşanan
mücadelelerle, çatışmalarla, doyumsuzluklarla ve düş kırıklıklarıyla doludur.
Bizi biz yapan şey olan kör istememiz, bütün acıların kaynağıdır. İsteme, bazen
istediğimiz şeyin bu olduğuna gerçekten bizi inandırarak, bazen de yeni arzular
doğurarak sonunda kötü eylemlerde bulunmamıza neden olur. İstemenin sonu gelmez
açlığına yenilen, haz ve tutkularının kölesi olan, ulaştığı noktayla yetinmeyip
hep daha fazlasını isteyen, sonunda ıstıraba ve can sıkıntısına düşen insanın,
yaşadığı dünyayı iyi diye nitelendirmesi mümkün değildir. Schopenhauer’a göre,
mevcut dünya bir nimet değil, kuruntulardan oluşmuş yanılgıdır."
Schopenhauer çağdaşı entellektüellere şöyle hakaret eder:
"Avrupa’nın bilgili adamlarına ve filozoflarına: Sizin için Fichte gibi
çenesi düşük birisi bütün zamanların en büyük düşünürü Kant’ın eşitidir ve
Hegel gibi işe yaramaz, arsız bir şarlatan derin düşünür olarak
değerlendirilir. Bu yüzden sizin için yazmıyorum."
Artık Schopenhauer ile tanışmış olduğumuza göre, konumuza
dönebiliriz. Önce, bilinç konusunda Schopenhauer'in ne dediğine bakalım.
Roman Oda yayınları tarafından bölük pörçük yayınlanan
kitaplarının birinde, "Ölüm ve içsel doğamızın yok edilemezliği ile olan
ilişkisi" adlı küçük kitabında bu sorunun yanıtını buluyoruz: Bu kitapta
Schopehaurer, önce uzun uzun doğanın (tabiatın) bireyi değil, türü korumaya
odaklandığını anlatır. Şöyle der: "…biz tabiatı, bireyin yanılsamasından
muaf olduğu için türün muhafazasına özen gösterdiği kadar, bireyin yok oluşuna
karşı da son derece kayıtsız olarak buluruz.Onun için ikincisi sadece bir araç,
birincisi ise bir amaçtır.Dolayısıyla da onun bireylerin donanımına karşı
gösterdiği cimrilik ile, tür tehlike altına girdiği zaman sergilediği bolluk
arasında hayli çarpıcı bir tezat görürüz. Tek bir bireyden örneğin ağaçlardan,
balıktan, yengeçten, beyaz karıncadan ve daha pek çoklarından yılda yüz bin
veya daha fazla tohum elde edilir. Öte yandan, cimriliği söz konusu olduğunda
her birine sadece sürekli bir çaba göstererek hayatını sürdürmesini mümkün
kılacak kadar organ ve güç verilir. Bu yüzden de şayet bir hayvan yaralanır
veya zayıf düşerse, kural olarak açlıktan ölmek zorundadır."
Bedensel varoluşu bu şekilde tanımladıktan sonra zihin ve
bilinç konusunda söylediklerine göz atalım :
"Bizim tözümüzü - idea'mızı oluşturan
istem, basit bir tabiata sahiptir: Hiçbir şey bilmez, sadece ister. …tıpkı
istemin bilmemesi gibi, zihin ya da bilgi öznesi de hem de hiçbir arzu
etmeksizin sadece ve yalnızca bilir. Serebral sinir sisteminin bir işlevidir
zihin…organizmanın bedensel hayatına bağlıdır, fakat bu organizmanın kendisi de
isteme bağlıdır. Dolayısıyla organik bedene bir anlamda istem ile zeka
arasındaki bağlantı olarak bakılabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse, her ne
kadar beden gerçekte kendisini, zihnin algısında mekan yönünden ortaya koyan
istemden ibaret olsa da, doğum ve ölüm, istemin bilincinin sürekli olarak
yenilenmesi ve yeniden yaşama dönmesidir. Bu istem, kendi başına sonsuz ve
başlangıçsızdır. O sadece, deyim yerindeyse, var oluşun özüdür.
Bilinç ise, bilme öznesinin veya beynin yaşamıdır ve ölümle
birlikte sona erer. Bundan dolayıdır ki, bilinç sonlu, daima yenidir ve her
başlangıçla birlikte o da yeni baştan başlar. Kalıcı olan sadece istemdir."
Ben naçizane, kalıcı olanın sadece istem olduğu konusunda
Schopenhaurer'in haklı olduğunu düşünmekle beraber, birikmiş karmanın yola devam ettiğini düşünüyorum. (Schopenhauer Budizm'e yakın durur). Bununla birlikte, bu var olma- yok
olma düzeninin (Budistlerin deyişiyle Samsara döngüsünün), rastgele var
oluşlara izin vermeyeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla yaşamın anlamsız olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta karmik birikimin halledilmesi gibi devasa bir işimiz var.
Elimizdeki bu "geçici bilinç" ile, "kalıcı gerçekliği"
nasıl algılayabileceğimiz önemli bir sorun. Fakat ben bu konuyu değil, bilincin
sanat ile olan ilişkisini ele almak istiyorum. Şimdi, Schopenhauer'in
sanatı nasıl tanımladığına göz atalım:
"Istıraptan kurtulma, istemenin
susturulmasıyla sağlanabilir. Sanat, istemenin uygun bir ifadesidir. Tasarımdan
bağımsızdır. İdea'ların bilgisini verir. Sanat, genele ait bilgidir. Evrenin
doğasına dair kavrayışın aracıdır. Bencillik, kötülük ve kin gibi duyguların
aksine, güzellik ve yüce duygusunu getirir. Bizi sürekli acıya götüren
hazlardan uzaklaşıp, estetik hazza, daha açık bir ifadeyle sanatlardaki güzele
ve daha da önemlisi yüce olana ulaşmak gerekir. İstemenin askıya alınması ile
gerçeği görebiliriz."
Ah işte… Önemli bir argüman. "Sanat istemenin
uygun bir ifadesidir, evrenin doğasına dair kavrayışın aracıdır.". Benim
şimdiye kadar çok itibar ettiğim "Sanat, evrendeki uyumu kavrama
çabasıdır" tanımlamasından biraz farklı, fakat onu kapsıyor ve tamamlıyor.
Mükemmel… Artık ne aradığımızı ve nasıl arayacağımızı
biliyoruz. Fakat bir sorunumuz var: "Zihnimizin ve algımızın kısıtları". Bu
konuyu nasıl ele almalıyız?
Yazının başlangıcında, kısaca bahsettiğimiz ünlü italyan
heykeltraş Giacometti'nin çiizdiği portreler için neler dediğini duydunuz mu?
Gelin birlikte okuyalım:
Giacometti - Otoportre |
“Size tam karşıdan bakarsam profilinizi unuturum.
Profilinize bakacak olursam, yüzünüzü unuturum. Her şey süreksizlik kazanıyor.
Olgu orada, karşımda. Bütünü yakalamayı hiçbir zaman, hiçbir biçimde
başaramıyorum. Çok katman var! İnsan varlığı karmaşıklaşıyor. Ve bu aşamada
ben, onu yakalayamıyor, kavrayamıyorum. İlk günden bu yana, gizem perdesi
giderek kalınlaşıyor.”
Oysa bu gizem perdesini Bergson hafifçe aralamıştır. Gözümüzü kırpmadan, bir cisme
sürekli bakarken bile, değişimi gözden kaçırmaya eğilimli olduğumuzu şöyle
anlatır: "Örneğin, en kalıcı bir iç durum olan, durağan bir nesnenin
gözümüzle algılanmasını ele alalım. Bu nesne sürekli olarak aynı kalabilir; Ona
aynı yandan, aynı açıdan ve aynı ışıkta bakabilirim. ama yine de o nesneyi
şimdiki görüşüm biraz önceki görüşümden farklıdır çünkü hiç olmazsa bir görüşüm
diğerinden biraz daha eskidir. Belleğim vardır ve geçmişten şimdiye bir şey
aktarır. Zihinsel durumum zaman yolu üzerinde ilerlerken biriktirdiği
süreklilikle durmadan büyümektedir. Eğer dış nesneleri algılamamız böyle ise,
iç durumlarımızın, yani isteklerimizin, heyecanlarımızın vb. açıklaması olarak
bu daha da doğrudur. "
Eşref Yıldırım - Otoportre |
"An"ların bellek tarafından birbirine bu şekilde
bağlanması ile sürekli oluşum sürecinde olan bir "bilen" zihne,
bilince, ne kadar güvenebiliriz? Üstelik, bildiğimiz dünyanın sadece kendi tasarımımız olduğunu kabul edeceksek?
Sağımızda, bir diğer sanatçının, Eşref Yıldırım'ın (kendi
adlandırmasıyla -benbirbaşkası-) "otoportre"si var. Sanırım
bu soru daha iyi yanıtlanamazdı. Sürekli değişmekte ve yeniden oluşmakta
olduğumuz bir anı dondurabilsek, kendimizi böyle görmemiz gerekirdi. Gerçek resim bu. Aynada gördüğümüz ise, tasarımımız olmalı.
Aşağıda, Yıldırım'ın "Gergin aile" isimli bir resmi var. Ben çok sevdim, umarım siz de beğenirsiniz.
benbirbaşkası - Gergin Aile |
Not: Giacometti'nin heykel ve resimlerini görmek isterseniz,
26 Nisan 2015'e kadar Pera müzesinde görebilirsiniz.
http://www.dmy.info/schopenhauer-felsefesi-hayati/
Yorumlar
Yorum Gönder